Zaman zaman başka yerlere gezmeye, eğlenmeye gitmek isteği, herşeyi geride bırakıp uzaklarda olmak duygusu, belki de her gün gördüğümüz ve hatta görme sırası bile ideolojiler tarafından belirlenmiş, kurgulanmış imgeleri getiren tanıdık "Saatler"e duyduğumuz tarifsiz tepkilerden midir?
Bizi biz yapan gerçek yaşam değerlerinin ve eylemlerinin dışında, çoğu öğrenilmiş, başkalarının çıkarları doğrultusunda dizayn edilmiş yapay ihtiyaclarımızın kültürel atmosferinde, bir gün bir an geldiğinde, artık soluk alıp vermek güçleşirse ne yapacağız? Ayaklarımızın altındaki toprak kaydığında, başımız döndüğünde, bir anda sebepsiz ağlamak ihtiayacı duyduğumuzda, yani o en derinimizdeki öğretilmemiş özümüzle,bilinçdışı figürlerle karşılaştığımızda, ne olacak? Tarifsiz bilinç, kaderimizi ağırlaştırırsa, artık gelecek saatlerin anlamsız belirginliği ile nasıl başedeceğiz?
İnsana ait en temel haykırışların çözümsüzlüğünde, yine de yaşamı sevmenin, insanı ise daha zengin bir düşünsellikte yargılayarak ve anlayarak sevmenin başat temsili olan sinema, bu tarifi zor, anlatımı güç duygu ve düşünceleri önümüze getiriyor
.Her nitelikli sinema eseri gibi "Saatler" (The Hours) filmi, varoluşumuza dair o en derinlerde yatan, bizi gerçek özümüzle karşılaştırıp;ama olması gerektiği gibi yanıtlarını da vermeden, yaşamımızın "saatleri" ile başbaşa bırakarak terk ediyor. Stephan Doldry'in "Saatler" filmi 3 farklı zaman diliminde 3 kadının tek bir gününü, sadece 24 saatini değil, bir ömrü dolduran kişisel saatleri karşısındaki kaygılarını dile getiriyor.
1920'lerde Virginia Wolf'un saatleri , onu vareden sözcüklerinin altında yetersiz kalan bir dünyada yaşamanın getirdiği ruhsal bunalımında anlamını yitirirken, onun eserini okuyan ve Mrs Dolloway karakteri ile özdeşleşen 1950'lerın kadını Laura'da yaşadığı ve yaşayacağı saatleri anlamlandırmasına yol açacaktır. "Sevilen ve anlaşılan şiir benim için yazılmıştır", diyen şairi haklı çıkarırcasına özdeşleştiği karakter ile, kendisini seven, içkisi kumarı olmayan, savaşta bile onun için hayaller kuran (!) çocuğunun babası,evinin erkeğinin kurguladığı bir dünyada, yani başkalarının "daha ne istiyorsun", dediği ve kimsenin kendisini anlamayacağı bir cennette (!), boğulmaktadır..Bir sabah kalkacak, kocasının ve iki çocuğunun kahvaltısını son kez hazırlayacak ve evden çıkacaktır,yeni görüntülerin getireceği yeni saatlere doğru..
İnsan kendi yaşamını, kendi saatlerini eline aldığında, başkalarının yaşamında yarattığı travmaların çözümsüzlüğü ancak çağın sanatı sinema ile bu kadar yetkin anlatılabilir.Wolf'un saatlerini, Laura eline aldığında 1990'larda yaşayan Clarissa'nın, biraz önce söylediğimiz durduk yere ağlamalarına kadar uzanan bir ilişkinin tohumlarını attığını nereden bilebilirdi.Wolf, hayat arkadaşı olmasından dolayı daima mutluluk duyduğu kocasına, intihar etmeden kısa süre önce yazdığı mektupta "aramızda yıllar vardı, saatler vardı"derken, yine aynı fark dolayısıyla eşinden ayrılan Laura, küçük yaşta terk ettiği oğlunun yıllar sonra intihar etmesinin ardından geldiği evde oğlunun arkadaşı Clarissa'ya: "şu anda pişman olduğumu söylemenin bir anlamı yok.Kimsenin beni anlayacağını sanmıyorum; ama bir yanda ölüm vardı, ben yaşamayı seçtim",der.Woolf, eşi için intiharı hep ertelemiştir, Laura'nın terk ettiği zaman diliminde kalan AIDS hastası oğlu da intihar etmeden önce Clarissa'ya :"senin için yaşıyorum, ölürsem bana kızar mısın, lütfen izin ver gideyim" derken, gelecek saatlerin anlamsızlığında başkaları için feda edilen yaşamlar kadar, başkaları için geçirilen saatlerin çıkışsızlığı tüm çıplaklığı ile görünür.Karakterlere kusur bulmak, onları farklı zamanlarda farklılaşan değer yargılarımıza göre değerlendirmek mümkündür. Yaşantımızdan yola çıkarak, bu sabırsız, bencil, kendi yaşamlarını merkeze alan, kendi ışıklarında yaşamak için yola çıkan karaketerlere hak vermek kolay mı?
Oysa gerçek çok daha derinlerdedir: Woolf , Londra'dan gelen ablasına: " senin gibi olabilecek miyim"diyerek yalvaran gözlerle bakarken, Laura'da tek derdi çocuğu olmaması olan kapı komşusuna, onun gibi olabilmek, toplumun değerlerine göre yaşayabilmek için, sessiz yardım çığlıkları atacaktır; ama nafile.Yaşlı Laura, oğlunun ölümünden sonra geldiği evde Clarissa'ya: "kızı ile birlikte yaşadığı için ona ne kadar imrendiğini", söylerken, izleyici anlar ki, o gene olsa gene gidecektir. Bazı insanlar uzaklara mı aittir? "Saatler" filmi yanıt vermekten kaçınıyor.Zaten tek anlam gönderdiği izleyicisinin yaşantısında, hangi zamanda, hangi coğrafyada izlenirse izlesin farklılaşan, zenginleşecek deneyimi bu şekilde sağlıyor. 3 kadının sabahın aynı saatlerinde göz kapaklarının aralığında ilk gördükleri görüntüler ile gecenin son saatlerinde göz kapakları kapanırken ki son gördükleri görüntülerin metonomik algısıdır bizi düşündüren.Bu iki zaman dilimi arasındaki saatlerde görünenlerin ne kadar farklı olduğu değil, belki de gerçek mesele;saatlerle gelecek olan görüntülerin ne kadar farklı anlam çağrışımları oluşturarak yaşantımızı zenginleştirdiği..
"Saatler " filmi 3 farklı zaman ve 3 farklı uzamdaki kadının saatlerini anlatıyor.Ve 4.kişi olarak, göz pınarlarımızı zorlayarak tamamladığımız filmden geriye, geçeni ve gelecek olanı sorgulamamızı sağlayan,kimseye tam olarak anlatamayacağımız, kişisel saatlerimiz kalıyor..
Geçmiş, bellekde yerini alırken, şimdi geçmiş, gelecek ise şimdi oluyor...
Geriye "saatler" kalıyor..