Küçük bir çocukken başladı bu hikaye..Kocaman bir
dünyamız ve o dünyada gerçekleşmesini istediğimiz düşler vardı.Evrensel
bilinç dışı modellerimizdi arzular:annemizi sevmek "ego ideali",
annemiz tarafından sevilmek "ideal ego"muzdu. Birazcık
büyüdük, mahalledeki gizli sevdamızı görmek, büyükler tarafından
takdir edilmek, oyunda kazanmak gibi gerçeklikten az biraz
bağımsız düşlerimizle, henüz büyüklerin yönlendirilmiş kurgularının
içine dahil olmamıştık..
Masumduk kendi değerler
sistemimizde, haksızlık yaptığımızda birine hemen kendimizi ele
verirdik; savunma mekanizmalarımızın yalancı maskelerini henüz takmamış,
daha nasıl takacağımızı bile öğrenememiştik.Tertemiz kalmak duygusu,
düşüncelerimiz tarafından kirlenmemişti.Rol modellerimiz, kahramanlarımız
hep beyazdı.Babalarımız annelerimiz, resimli roman kahramanlarımız,tarihten
liderlerimiz, sinemada jönlerimiz hep ikonlarımızdı.Biz onlara benzemeye
çalıştıkça arzularımız da gerçekleşecekti.Neden olmasın, çok
içimizdelerdi..
Sonra yaşla beraber, eğitimle
beraber bir şeyler değişmeye başladı.Arzular arketiplikten sıyrılıp yönlendirilmiş
isteklere dönüşerek bilince yükseldikçe, artık önümüzde bambaşka bir
gerçekliğin temsili vardı.Bir yanda beyaz kalmanın insana yakışır erdemi, diğer
yanda gerçekliğin yaratılmış temsilinde sahnede başrolü kapmak için siyah
olmayı da başarabilmek.Başarı gri'de değil, beyaz ile siyah'ı nerede
oynayacağımızı bilmekteydi belki de.
Ve artık sorun
başarmak değil, başarının ne olduğuydu.Ve asıl sorun: masum
kalarak ne kadar başarıya ulaşılacağıydı. Savaş başlamış, biz büyümüş,
dünyalarımız küçülmüştü.
Yine yaşamımızın görünen
gerçekliğinin ardındaki katmanlara sızarak ve yanıtını vermediği sorular
sorarak bizi kendimizle başbaşa bırakan bir film var karşımızda:"Siyah
Kuğu."
Beyaz kalarak bu hayatı
başarmak, kusursuzluğu yaratmak mümkün değil mi ? Değilse beyaz olmak
için kendimizi inandırdığımız, bize öğretilen ruhumuzun olumlu
yüklerini bir kalemde silebilmek, kendimizdeki beyazı yok edebilmek mümkün
mü?
Siyah olanın da kusursuzluğa
ulaşması mümkün değilse, hem siyahı hem de beyazı aynı bilinçte yaratabilmek
mümkün mü?
Arzularını kuralsız ve bir
parça kontrolsüz yaşamak neden yanlış / siyah olsun? Erkek egemen dünyada
düşündüğü gibi yaşayan kadın neden sisteme yönelik en büyük tehlikelerden biri
olsun?
Çevremizde katagorize
ettiğimiz, verili değerlerle yönlendirildiğimiz dost düşman sabiteleri ne kadar
gerçek? Dost düşman bilmeceleri ile kaplı yaşantımızı sürdürürken, dostun
ellerini açması ile yaşam sahnesinde yere yuvarlanmamız, o sahneye çıkmadan
önce düşmanın selamını, desteğini almamız mümkün değil mi?
Yaşam mücadelesi, hayat gailesi
diyerek çabalarken, ideallerimize ulaşmak ve kusursuz olmak
için sürekli kendimize zarar veren bizler, asıl faili görmeyerek, bu
zararın bize başkaları tarafından yapıldığına neden bu kadar inandırdık
kendimizi?
Beyaz çocuğumuzu, beyaz
kalmasını öğütleyerek hayatın içine sokmaya çabalamak, onun bizim
bitirdiğimiz yerden başlayacağını düşünmeden, başladığımız ve bitirdiğimiz noktaların
aynı olmasını istemek, sonuçta telafisi olmayan bir trajedi mi?
Hayatını pembelerle geçiren
birinin siyaha ulaşması için o pembelikleri ortadan kaldırması ile her şey bir
anda değişebilir mİ? Başarıya ulaştığı düşünülen bir insan,
bir hastane odasında terk edilmişliği yaşarken kolu kanadı kırık bir halde gene
pembe yataklara dönüyorsa , döndürülüyorsa bunca çabaya değer mi?
Neden bunca çaba ? İ.Bergman'ın
şaheseri " Güz Sonatı"nda hayatını konserler vererek ailesinden
uzakta geçiren piyanistin, yıllar sonra ihmal ettiği kızı ile bir
gece yaptığı vicdan muhasebesi gibi, T.Angelopoulos'un baş
yapıtı " Sonsuzluk ve Bir Gün" de son günlerini yaşayan,
kendini sanatına adamış yazarın, kaçırdığı anları düşünerek yaşamını içsel
sıkıntılarla temize çekmesi gibi ve yine İ.Bergman'ın Yaban Çilekleri"
filminde meslekteki 50.yıl onuruna verilen plaketi almak için yola çıkan Profesörün,
bu defa akademik çalışmalar için adadığı yaşamını film şeridi gibi gözünün
önünden geçirirken duyduğu tarifsiz acılar gibi...
Neden sürekli kendimizi feda
edecek ve ederken de kaçınılmaz şekilde başkaları tarafından
aşağılanmaya maruz bırakacak yaşantı deneyimlerine giriyoruz ? Kendimiz
olarak bu ömrü tamamlamak neden yetmiyor? Neden illa ki ilişkilerimizde algıladığımız
ve inandığımız kusursuzluğa ulaşmak mücadelesi? Günden güne
kendimizi yok ederek ulaşılacak kusursuzluk, sonuçta sahne/yaşam ışıkları
üzerimizde sönerken sadece bir yanılsama mı?
Yaşam sahnesinin perdesi
üzerimize temelli olarak kapanırken, alkışlarla yanımıza
gelen kişilerin sizden sonra gelecek kusursuzu,"hayat başkaları ile
devam edecek", daha siz yok olmadan yaratacaklarını, "küçük
prensesim", biliyor olsanız da yine de kusursuzluğu bir an dahi
olsa hissetmek, o alkışları son saniyelerde olsa dahi duymak, yaşanan
her şeye değer mi?
Olsun yine de "normal bir
yaşam kadar anormal bir yaşam" yoksa, A.Altan'ın dediği gibi,
"masumların sadece mezar
taşları, günahkarların (!) ansiklopedilerde yerleri"
olacaksa , çabalamaya değmez mi?
"Siyah Kuğu" filmi projeksiyon makinesinde bitti?
Bütün bu soruların görüntüsü temel anlam olarak ekranda, yan anlamını da
yaratacak şekilde aktı. Sinema işlevini yerine getirdi ve bende
hiç bir zaman yanıtlayamayacağım; ama yaşamım boyunca sorgulayacağım
soruları kaldı...
Beklentilerimizi asla
karşılamaya yetmeyecek bu hayata, kendimiz ve başkaları için
kusursuz olmak, başarılı olmak adına yüklediğimiz anlamlar, ona
yapılan en büyük haksızlık belki de...
Ama yine de bu sahnede perde
üzerimize inerken, Siyah Kuğu'yla Beyaz Kuğu'yu aynı anda oynayabilmiş,
denemiş karakterin alkış seslerini duyarken, "hissettim" demesi,
seçilmiş yalnızlıkların, seçilmiş yaşantıların en anlamlı ifadesi değil mi ?..
Darren Aronofsky'in 2011 yapımı "Siyah
Kuğu" filmi , gazeteci - yazar Ece Temelkuran'ın
"bir erkek yönetmen böyle bir kadın filmi nasıl çeker?", sorusunun ve
gene aynı yazısında filmden anladığı içeriğin çok dışında, cinsiyet ayrımı
kodlamalarının yakınına bile uğramayan bir film. Ayrıca, karşımızdaki eser,
ne "Sinema" dergisinin dediği gibi: "dehşetin balesi", ne
internet sitelerinde yazdığı gibi:"gerilim türü" ve ne de
Marksist bir akademisyenin sitelerde gezen
eleştirisinde belirttiği gibi "burjuva ahlakının temsili"..
Sinemanın dahileri, az çok görebilen zihinler için ,"yaşamın
yanıtsız soruları"nı sormaya devam ediyor..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder