15 Şubat 2013

Yaşlı Adam Ve Genç Kız: Güven Bana!



Günler, haftalar, aylar, yıllar geçerken, belleğimizde geçmişten topladıklarıyla bu günkü algılarımıza davranışlarımıza yön verir.Hatırladıklarımız, aynı zamanda unuttuklarımızın diğer yüzüdür.

"Bana unuttuğun şeyi söyle sana kim olduğunu söyleyeyim" sözü, özellikle tarihsel olaylara bakışımızda, karakterimizin tahlili olarak geçerliliğini  daima korur. Belleğimiz, karakterimizin savrulduğu maddeler dünyasında, bilinçli ya da bilinçsiz de olsa üzerinde düşünüp mesele olarak yaşantımıza katmadığımız, zaten değiştirmek için, bir daha yaşanmaması için parmağımızı kımıldatmayacağımız olayları siler.İşte o zaman Çorum, K.Maraş, Sivas katliamları yoktur artık düşüncelerimizde.Yoktur  12 Eylül'deki acıların  yaratıcısı generaller, faili meçhuller.Yoktur daha dün  Uludere'de katledilen 34 can..

Sistem mühendisleri unutturmak için kurar ideolojik taasarımlı dünyaları..Elimizden gelmez bir şey, hayat devam eder.Unutarak..İnsanlık yolundan uzaklaştırılarak ya da direnerek  günler geçer, yaşlanılır

Yaşla beraber değerlendirilen geçmiş, biriktirdiğimiz kültürün  ışığında eyleme dönüşür. Olgunluk, belirli olaylar karşısında daha farklı tavır aldırır insana, daha genç olanların belki de değişik saiklerle gerçekleştiremeyeceği etik düzeyde.Yaşla beraber bilgeleşme beklenir insanlardan. Ağlayarak bir şey elde edemeyeceğini anladığı zaman büyümeye başlayan, anne babası ile kavga etmeyi bıraktığı zaman da gerçekten büyüyen insandan, daha ileri yaşlarda ilişkilerinde rol model olacak bir dünya kurması beklenir .O günlük çıkar kaygıları üzerinden inandığı fikirlere,yaşadığı geçmişe,  arada kalan zamanın da yardımıyla daha tarafsız baktığında , artık  yaşamının temize çekildiği an gelmiştir. Para, şan, şöhret, ideoloji, kadın-erkek için girdiği o ölümüne mücadeleler şimdi, dingin ruh hali ile tekrar gözden geçirilip, deneyimlerin ışığında değerlendirilir.Evet,yaşanmıştır ve yaşanacaktır her yaşın arzuları.Eksik kaldığında yoksunluk duygusuyla devam edilemeyecektir hayata..Hatalar yapılacaktır,doğrular kadar..Ama yine de  her yaşlı "geriye kalan nedir?" sorusunu sorarak gelecek  günlerine anlam katar.Az ya da çok bilgeleşir.

İnsan  biriktirdiği manevi dünyasını oluşturan kültürle  "insan" olur.İmkanları elverdikçe okuduğu kitaplar, izlediği, katıldığı sanatsal faaliyetler, gezdiği yerler , tarihsel mekanlar, kurduğu ilişkiler ve hepsinden kalan duygu-düşünce birikimi  süre yolu ile taşınarak belleğini oluşturur, karakteri olur, eylemlerine yansır.

TV'de "Güven Bana" isimli yarışmaya katılan yaşlı bir adam düşündürdü tüm bunları.Yanında ortağı olan 20 yaşındaki kıza:"güven bana, sözümün altına imza atıyorum, satmam seni, son soruya kadar gideceğiz, parayı paylaşacağız,ben tekne alacağım,sen çeyizini yap ya da okuluna harca!" laflarını söyleyen yaşlı adam, 40 bin lira için tüm sözlerini unuttu.

"Bu bir yarışma, kızım senin önünde daha uzun ömür var ,tek hakkımız kalmıştı" gibi bahanelerle küçüldükçe küçüldü.Genç kız saf bir şekilde ben size güvenmiştim, dedi.Çünkü o yaşlıydı, insanların kültürel kodlamasında yaşlılık dürüstlüktü, ahlaktı, söze bağlılıktı .. Parayı korumaya  bile  almamıştı,yaşlı adama  o derece güvendi.

Saf kızın  bir hatası vardı, üzerinde kafa yormadığı bir şey:yaşlı adamın geçmişi...Asker emeklisiydi yaşlı adam. Soruların içinde:en büyük savaş gemisini, rütbeleri, Vietnam  bayrağını ve 2 cumhurbaşkanını kesin olarak, bir iki basit soruyu da gözünü kaşını yararak bildi. Ama bildikleri vatan-millet-militarist  sorular kadar, bilmediklerinin de onun kişiliğinin ipuçları olduğunu saf kızımız bilmiyordu.Yaşlı adam "Robin Hood" isimli zenginlerden alıp fakirlere veren roman  kahramanın adını, eseri  okumayı bırak, hiç duymamıştı. Fakir-zengin ayrımı ona göre zaten  gereksiz kavramlardı."Sançho Panza, Robin'in yardımcısı" olabilir mi diye sallarken, Dünya edebiyatın baş eseri Cervantes'in "Don Kişot" isimli romanından, Oscar'la ilgili soruya da: "hiç bilmediğim bir alan" derken  sinema dünyasından  haberi yoktu.."Nedir ki sinema-edebiyat? Karın doyurmaz ki!

Sinema -Edebiyat  geleceğe ne kazandırır?

Yaşlı adam Kemalist olduğunu, Atatürkçü olduğunu arada söyleyerek güven tazeledi.Ne de olsa Atatürk'ü çok seven adamdı, güvenilir olduğu oradan belliydi...Yaşadığı kasabada Kemalist kurumlarda sosyal ilişkiler içindeydi.

Siyasetin kapladığı alanlar dışında da bellek yaşla beraber yaşamı sürekli yeniden değerlendirilir..Kaçırdığımız anların tortusu kalmıştır yüreğimizde.Zaman zaman çıkar karşımıza."ben yaşamadım" ile başlayan telaş, anıların tortusu daha çok  deşilererek genişletilirse "ben hiç yaşamadım"a kadar gider.O zaman "geçmişten gelen" onu durdurmazsa, saldırır yaşlı kişi maddi dünyaya.. Arsızca...

Yarışmacı yaşlı adam hayatı boyunca yetkeci karakterin bir temsiliydi.İnandığı doğrular hep tekti.Kendini ve ailesini çok seviyor ve özellikle kendini çok beğeniyordu.Başkalarının dünyalarına, meselelerine, acılarına  kapalı bir dünyası vardı..Çok kitap okuduğunu, 5 bin kitabı olduğunu, söyledi. Ama o kitapların niceliği ile niteliği arasındaki farkı hiç bilmiyordu..

Yaşlı adam hayata tutkuyla bağlıydı.Erdemleri vardı, evrensel olmayan, günlük kaygılarla bir uçtan diğer uca sallanan.Hakkettiği bir yaşam vardı daima, bir kaç adım ötesinde duran.Sözün, imzanın onun için bir önemi yoktu..Yapay sürü mantığının sıradan bir elemanı olarak doldurduğu günlerinden geriye kalan güdük, sığ bir yaşam tecrübesiydi, kimsenin dinlemeyeceği.Oysa ne kadar ders verdi tüm yarışma boyunca, ahlaksızlığın tavanında.

Varoluşçuluk felsefesinin sanatla buluştuğu noktada ilk akla gelen J.P.Sartre "Bulantı" isimli eserinde karakteri kendiyle çatıştırır : "kırk yaşına gelince o minicik inatçılıklarını tecrübe diye adlandırmışlardır...Sabırsızlanıp evlenmişler ve çocuk yapmışlardır..İyi ki yapmışlardır, geçmişlerinin boşa gitmediğine, hatıralarının bir araya gelerek ağır ağır bilgelik haline geldiğine inandırmak isterler sizi..Kulanışlı geçmiş! Cep geçmişi!Güzel özdeyişlerle dolu küçük yıldızlı kitap."

"Üzerimize yapıştırılan etiketlerle geçen yaşam", o yaşam hakkında sorgulayıcı paradoks mantığına ulaşamayan insanda kendine söylediği yalanlarla örülür: "dürüstüm, iyi bir babayım, ahlaklıyım,işimi iyi yapıyorum".. Hayatı boyunca, C.Pavase'nin dediği gibi: " başkalarının sabahlarına uyanan" yaşlı adam, inandığı kendi yalanları ile gündelik yaşamda sık sık çıkar karşımıza.

Bir kez bile özünün kaybını hissetmeyen, tüm öğretilmişliği askıya alıp  hazır bulduğu değerler üzerine bir defa düşünmeyen,sorgulamayan sığ  bir yaşlı, karşısında bilgisi kıt bir genç kızdan yarın unutacağı bir hayat dersi alıyor: Ama ben size güvenmiştim..

 Tüm okulları başarı ile bitirmiş, hiç bir soruyu bilmeyen genç  yarışmacı da  sadece yük olarak taşıdığı eğitim dünyamızın kuru bilgilerinin zararını  bir defa daha  yaşıyor.Okuduklarını içselleştirebilseydi, diyalektik düşüncenin eseri olan tarihi-edebiyatı-sanatı anlayabilseydi, o yaşlı adamın geçmişini öğrendiği halde  sonuçta bu kadar şaşırmayacaktı.Bilecekti geçmişin, hakkında karar verilmesi gereken bir kavram,olduğunu..

Yaşlılık kimsenin elinde olmayan bir durum..Peki ya karaktersizlik ?

İnsan nasıl "güzel insan" olarak yaşlanır? İnsan belleği ile yarınlarına ne taşır?
Hiç karşılaştırılmamaya çalışılan  ideal kültür dünyasında,her gün kalabalıkların karanlık ideolojisinde, nasıl güzel insan olabiliriz  ki? Günbe gün yaşlanırken günbe gün zorlaşıyor bu..

Yarışmacı yaşlı adam sinema tarihinde sık sık yapılan "tüm zamanların en iyi filmleri" sıralamasında çevrildiği tarihten itibaren ilk üçe giren, çoğu kez de ilk sırada olan "Yurttaş Kane" filmini muhtemelen hiç duymadı.Amerika'nın en zengin yaşlı adamının ölürken ağzından dökülen" rosebud" kelimesinin anlamını,filmdeki diğer karakterler gibi hiç bilmedi.Mültümilyarlık bir servetin sahibinin ölmeden önce bütün servet gözünde anlamını yitirdiğinde, yoksul çocukluğunda bindiği kızağın adı olan "rosebud" kelimesinde neden takılı kaldığını  merak da etmedi.Bu filmi, buna benzer filmleri, buna benzer temanların işlendiği edebiyatı,müziği,sohbetleri,ilişkileri hiç deneyimlemedi..üzerinde düşünmedi..
 
 
 
 
 
Tıpkı bu filmin senaristi-yönetmeni O.Welles'in ölmeden önce yaptığı tek şarkıyı dinlemediği gibi.Yaşlı bir adamın genç birine söylediği anlam dolu  sözler yine onun dağarcığında, inançlarında, kitaplarında, yakın arkadaşlarında, yaşamında hiç olmadı..Yine  o şarkıyla karşılaşmasa da o nitelikte başka eserlerle de karşılaşmadı, karşılaştıysa da kulakları, gözleri kapalıydı..
 
 
 
 
 
Yaşlı yarışmacının  beşbinlik kütüphanesi ona "rütbe-cumhurbaşkanı-bayrak-savaş gemisi soruları"nı bilmesini sağladı..Ve o bilgiler ona büyük  para kazandırdı..
 
Peki ya parayı kazandığı gece aynı anda  kaybettikleri..İşte onu da hiç bilmedi..Bilmeyecek..
 
Bellek yarınlara taşır yaşanmışlıkların, bilgilerin oluşturduğu kültürü...
Hatırlarız  yaşadığımız dünyanın gerçekleri unutturmaya çalışsa da zengin değerleri..O değerlerin ışığında istesek de  unutamayız  soykırımları, savaşları, darbeleri, faili (belli) meçhulleri, katliamları...Ve Sevgiyi, merhameti, dostluğu, adaleti, iyiliği, dürüstlüğü..
 
Yaşlanacağız..Ömrümüz yeterse..Kaçınılmaz bu.
Ya kaçınmamız gereken şeyleri nereden öğreneceğiz?
 
Orsan Welles "Yurttaş Kane"  filmini çektiğinde  sadece 26 yaşındaydı. Amerikan tarihinin, kapitalizmin derin ifşası bir yana,yaşlı bir adamın duygularına bu derece hakim olmak 26 yaş için büyük bir yetenekti.Yukarıdaki tek şarkısını söylediğinde ise artık usta yaşlanmıştı ve o şarkıyı  söylemekle gençliğinde o filmi çekebilecek yeteneği olduğunu bir daha ispatladı.
 
Şarkının klibindeki görüntülerin sahibi ise İspanyol yönetmen Alejendro Amenabar."İçimdeki Deniz" filmini çektiğinde 30'lu yaşların başındaydı..Ötenazi hakkını almak için girilen hukuk mücadelesinde asıl anlatılan yaşamın nasıl yaşanması gerektiği,yaşamın ne olduğu.
 
Onlar insanlık adına yaşamın görünen gerçeğini parçalayıp önümüze sunarken bize düşen onlarla karşılaşma anlarının sayısını arttırmak ve biraz eserlerin üzerinde düşünmek.
 
Sonra da yaşlanmak..
 
 



 

11 Şubat 2013

Anne Ve Kızı:Yanıtsız Sorular..


Cin, yüzlerce yıllık esaretini, içinde hapsolduğu şişenin tıpasını açarak son veren adama dile gelir: "3 dileğini gerçekleştireceğim, 3 soru sor bana, yaşamın değişsin baştan başa."
Adam  heyecanlanır:"Sayısal Lotonun rakamları mı?At yarışlarının sonuçları mı,yoksa toto'nun maçları mı?"
 Karar veremez o an ve sorar Cin'e: "bu gece düşünüp yarın sorabilir miyim?" diye.
Cin: "tabi ki" der "ama 1.soru hakkın gitti bu arada."
Adam isyan eder: "bu sorudan sayılır mı?"
"Sayılır" der Cin ve ekler:"2.hakkın da gitti." .
Adam yalvaran gözlerle bakar Cin'e : "ama böyle şey olur mu?"
 "Olur" der cin "3.soruna da yanıt verdim,hadi  bana eyvallah."
Kaybolur Cin, arkasında hayatının fırsatını kaçıran adamın şaşkın ve  çaresiz bakışları altında.

Felsefi bir tartışma konusudur aynı zamanda  fıkranın kastetiği :yanıtını vereceklerini bilsek  neyi öğrenmek isterdik acaba? Başka alemler var mı bu evrende?  İnsan ilk nasıl oluştu? Ölümden sonra yaşam var mı? Mutlak gerçeğe ulaşılabilinir mi? Çocuğum gelecekte mutlu olacak mı? Kıyamet biz yaşarken kopacak mı?

Hızla akıp giden günlerimiz artık büyüklerin bize "yaşlanınca siz de anlayacaksınız,yaşam bir gün gibi geçecek" sözünü, çok daha önce algılamamızı sağladı. Biz her yönden saldırdıkça yaşama, günler sanki daha çok kısalıyor.Durup aniden günün herhangi bir saatinde, ruhlarımızın bedenimizin hızına yetişmesini sağlayıp varoluşumuzun o tarifi imkansız, yanıtı imkansız sorularını gönderiyoruz cini olmayan boşluğa:Ben kimim? Hayatın bir anlamı var mı, beni aşan? Çevremdeki görüntüler yanılsama mı, benim okumalarım dışında hiç bir anlamı olmayan?

Sınırlı yetilerimizin yanıtını bulamadığı ve belki de ne yaparsak yapalım bulamayacağı soruları bırakıp devam etmek gerekirken ideolojilerin tasarladığı koşturmacaya, biz ontolojik açlık denilen o kahredici duyguyla sarılıyoruz felsefeye ve içinde felsefeyi de barındıran sanata.

Görünenin ardında yatan asıl gerçekliğe ulaştıramasa da, o gerçekliğe dair sorular sormamızı sağlayarak tinsel dünyamızı zenginleştiren sanata.

Hiçbir yerde maddi getiri olarak bize  dönmeyecek olan; ama içimizde kupkuru kaldıkça bizi çürüten  manevi dünyamızı sulayarak yeşertmek  için gerekli olan sanata.

İngmar Bergman'ın  sinemasal cini bize sorular sorduruyor ve biz hep onun yanıtları, o açık uçlu sonlu filmlerinde, sinsi bir gülüşle sakladığını düşünüyoruz Oysa Bergman, varoluşun gizemi ile bizi  karşılaştırırken, son görüntü ile birlikte kendi yalnızlığına ortak ediyor sadece.Anlıyoruz ki, yanıtını bilseydi asla çekmeyeceği filmlerinde,yarattığı karakterlerinin belirsiz, tanımlanamayan dünyalarına  müttefikler arıyor, perdenin ışığında..Ve onunla beraber girdiğimiz bu çileli 90 dakikalık yolculukta, gönderdiği okla yaralı düşüncelerimiz, her izleyenin artık kendi kişisel evreninde yanıtını bulmayı bekliyor.

Güz Sonatı..

Perdedeki  imgeler başka hiçbir yönetmen tarafından bir araya getirilemeyecek şekilde kurulur.Film,merkezinde insan olan ve insana bağlı değerlerin ona bakan her gözde farklı bir anlamla değerlendirileceğini söyleyen o yüce düşüncenin ışığında, ele aldığı  tema hakkında yanıtı bize bırakarak bitiyor.

"Güz Sonatı" bir sinema dersi aynı zamanda.Senaryosu kadar başarısını yakın çekimlerin yarattığı göstergelerle kanıtlayan Bergman, görüntü  dili ile sinemanın gelmesi gereken yeri hissettiriyor daima.

İ. Bergman filmlerinde "7.Sanat Sinema", diğer 6 sanatı içeriğine, biçimine almakla kalmıyor,           A.Tarkovski'nin dediği gibi  "o sanatlar kendi kurallarını da dışarıda bırakıp, sinemanın doğasına karışıyor." Hiçbir sanat, içine girdiği Bergman filminde sinemadan bağımsız değil.Orada dinlediğimiz müzik değil, duyduğumuz edebiyat, gördüğümüz resim, mimari, dans, tiyatro değil, onların sinemasallaşmış hali...Sinemaya hakim bir dehanın ulaştığı son nokta.

"Güz Sonatı"ndan unutulmaz bir sahne: Piyanist olarak verdiği konserler sebebiyle yıllar önce terk ettiği kızının evine dönen bir anne.Kızının piyanoda çaldığı  Chopin'in prelüd'ünü yetersiz bulur.Ve ona bestekarın bu prelüdünün nasıl kavranması gerektiğini önce sözle sonra çalarak gösterir.Sahnede devleşen Liv Ulman ile İngrıd Bergman,sinema sanatında ulaşılan en güzel dili konuşurlar.Sahne tamamen alt metinle yüklüdür.Yani filmi o ana kadar izlediğimizde anlıyoruz ki o sahne, sahnede konuşulan ve görünen hiçbir şeyle ilgili değildir.Sahnenin ana fikri ne çalınan parça, ne de nasıl çalınması gerektiğine dair sözlerdir..Çalınan müzik de  kendi önermesini dışarıda bırakır.Liv Ulman annesini izlerken  tüm duyguları sadece gözleriyle oynar: Nefret, aşk, hayranlık, acizlik, duygusuzluk, yabancılaşma..Hepsi hepsi o anneye duyulan hislerdir.

Anne:"Önce parçayı kavrayalım.Chopin duygusaldır;ama asla aşırı değil.Duygu,duygusallık demek değildir...Bu prelüd acılardan bahsediyor...Sakin,açık, sert olmalısın...Acısı vardır, ama onu göstermez...Kısa bir rahatlama, sonra kaybolur ve aynı acı kalır...Chopin gururluydu, ihtiraslı...Bu prelüd kötü çalınmalı, kulağa kötü gelmeli...Onunla mücadele edip zafere kavuşmalısın"  gibi sözlerden sonra  parçayı çalar.

Sözler o an müzik için, bestekarı için  söylenirken, biz aslında her diyoloğun işlevsel olarak  filmin ana teması için orada yer aldığını biliriz.Kendi ışığında yaşayan anne, sözcüklerin arkasına saklanarak  gene kendini ifade ediyor.



 



Ve tıpkı bu müzik gibi diğer sahnelerdeki diyalogların edebi gücü; ama edebiyat asla değil:

" Kişi nasıl yaşanması gerektiğini öğrenmeli...Ben hergün çalışıyorum.En büyük engelim kim olduğumu bilememek.Birisi beni olduğum gibi severse, sonunda belki kendime bakmaya cesaret edebilirim."

"Anne, kendi içine kapanıp her zaman kendi ışığında yaşıyorsun!"
"Kendin nasıl incindiysen hayatta beni de incitmeyi başardın"
"Hassas ve duyarlı olan ne varsa saldırdın.Küçük kırılgan sevgi doluydum,tamamen merhametine sığınmıştım."
"Senin gibi insanlar bir tehdittir."
"Bir anne ve kızı:duyguların, karışıklığın ve yıkımın ne korkunç bir kombinasyonu!"
"Sevgi ve ilgi adına herşey yapılabilir ve mübahtır!"
"Annenin acıları kızına da geçmelidir.Annenin mutsuzluğu kızının mutsuzluğu olmaldır, sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi."
"Gerçekten öyle mi anne: kızının felaketi annenin saklı zaferi midir?"
"Anne, benim kederim senin saklı zevkin mi?"








Filmin tamamı izlendiğinde görülecek ki,Bergman yarattığı karakterlerin hiçbirinin tarafını tutmuyor.Sadece sorular sorduyor.
Bize kalan "Bergman Cini" gittikten sonra, o soruların yanıtlarını kendi dünyamızda aramak..

"Güz Sonatı" bittikten sonra doğmuş ya da doğacak çocuklarımızı düşünmek..
"Güz Sonatı" bittikten sonra annemizi - babamızı düşünmek..
Ama Bergman gibi, taraf tutmadan..

Not: "Güz Sonatı" filmi "Sinegöz" sitesinden alt yazılı olarak izlenebilir.