30 Aralık 2017

HAYALLERİN PEŞİNDE






Herkes neden zevk alır ve eğlenirse, biz de ondan zevk alır öyle eğleniriz. Sanatı ve edebiyatı herkes nasıl görür ve yargılarsa biz de öyle okur, görür ve yargılarız. Aynı şekilde herkes  büyük kalabalıklardan nasıl kaçınırsa  biz de öyle kaçınırız. Herkes neyi öfkelenecek bir şey olarak görürse, biz de onu öfkelendirici buluruz…” ( Martin Heiddiger. Varlık ve Zaman)

Peki ama neden böyle? Neden herkes aynı şekilde yaşar? Kim bize gece yatacağımız-sabah kalkacağımız saatleri söylüyor? Zamanı gelince işe girmemizi, evlenip çocuk sahibi olmamızı, ev-araba almamızı, koltukları değiştirmemizi, koleje çocuğumuzu yazdırmamızı, yaz tatillerini ne zaman, kaç gün nerede geçirmemizi, hangi diziyi izleyeceğimizi, hangi, partiye oy atıp hangi partiye küfür etmemizi  vs vs kim bize dikta ettiriyor? Biz kendi serbest irademizle mi seçiyoruz? Gerçekten buna inanıyor muyuz? O halde herkes nasıl oluyor da küçük nüanslar (ve tabi sınıfsal farklar dışında) temelde aynı şekilde karar veriyor ve aynı şekilde yaşıyor? 1970-1980 arasında geçen 10 yılda tüm  kültürel yaşam deneyimlerini / kodlarını en ince ayrıntısına kadar anlatan “ Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabını ( Çiğdem Onat) okurken, çoğunluk nostaljik takılmalarla göz yaşı dökerken,düşünen insan dehşete düşürüyor: Nasıl bu kadar aynileşebilmişiz; büyük bir cezaevi gibi, askeri kışla gibi..Totaliter bir rejimde yaşar gibi….Bu nasıl mümkün olabiliyor?

 M. Heidigger bu sorunun yanıtını “onlar” (das Man) olarak yanıtlıyor…”onlar “ ne  bunlar ne şunlar ne bazıları ne de  hepsinin toplamıdır. Onlar belirsiz bir yığın olup, kendisini yaşam biçimi olarak gösterir ve en önemli özelliği “kişinin kendisi olmasına asla izin vermemesidir.”

Türkçeye "büyük öteki" olarak da çevrilen bir kamusal varlık! Ve bizlere dayatılan yaşam biçimleri, düşünme biçimleri, davranışlar, gelenekler görenekler olarak bildiğimiz şeyler. Bize öğretilenler!  Kişiliksiz gerçeklikler! Ardına gizlenip özümüzü sakladığımız maskelerle geçen bir ömür:Personalar.
Peki  nasıl oluyor da kişiliksiz bu  gerçekliklerin tüm yaşamımızı neredeyse saat saat belirlemesine izin veriyor, özümüzün bu kadar dışında yaşamımızı idame ettirebiliyoruz. Kendimize  nasıl yalanlar söyleyip, buna inanıyoruz?  Bu can alıcı sorunun yanıtı yine “varoluşçu felsefe”nin en önemli düşünürlerinden, Heiddiger’den geliyor: “insan varlığını sorun yapan tek canlıdır….İki temel  olanağı vardır:otantik(sahici-hakiki olan) varoluşu ve otantik olmayan varoluşu.Aralarında iyi-kötü,değerli değersiz ayrımı yapılamaz, hatta öncelik otantik olmayan, yapay varoluşundadır.Çünkü insan kendisini gündelik yaşamın içine düşmüş olarak bulur.” 

Gündelik yaşam içinde düşüş süreklidir ve kişi yaşadığı dalgınlıktan bir türlü kurtulamaz.Hayat gailesi diyerek sahici olmayan, başkaları (Onlar) tarafından  kurgulanmış sahte değerler dünyasında yaşar. Ve bu düşüş bir an gelir bilinç uyuşukluğunun getirdiği aşırı mutsuzluğa, sinirsel gereksiz tepkilere, durduk yere sebepsiz ağlamalara,yaşamı boş ve anlamsız bulmaya kadar gider..Ve intihara!
Tam bu noktada yardımımıza yine  “onlar” çıkar. Onlar,  insanın kendinden kaçışının, kendini unutmasının aracı olan  gündelik yaşamın öznesidir…Onlar, kişinin kendisi olmasına asla izin vermez.Ölümü unutturarak yaşamı sürdürmemizi sağlayan toplumsal değerler, ideolojik aygıtlarla dayatılan  çoğu kez içi boş  anlam yaratımları.

Hayallerin Peşinde” filmi varoluşçu felsefenin tüm düşünce kalıplarına atıfta bulunan, kaygı-korku-acı-sevinç-ölüm-yaşam kavramlarını  ele aldığı bu düşünce yöntemi ile sorgulayan  ve  felsefenin asıl işlevinin soru sormak olduğu  gerçekliğinden hareketle de  yanıtsız sorular bırakarak finale varan bir eserdir. Finalle birlikte modern yaşamda  kendimize sorular sormamızı sağlayan, kendimize söylediğimiz yalanlarımızı yüzümüze vuran, ana karakter kadar yan karakterlerin temsilinde kendimizi görmemizi sağlayarak, değişmenin açık uçlarını sunan bir film.

April ile Frank birbirlerini severek evlenirler ve 2 çocukları olur. Sistemin gereğini herkes gibi onlar da yerine getirir: eş-iş-çocuk-araba ve  güzel bir villa. Ancak bir süre sonra tiyatro oyunculuğunu bırakıp ev kadını olan April, rutin geçen ev yaşamından, Frank’da her gün birbirinin aynı olan meslek yaşamından sıkılmaya başlarlar. Ancak April’in personalarla (takınılan kimlikler-statülerle) örülü mesleğinde başarısız olması, başkalarının yazdığı ve yarattığı karakterlerle sahneye artık çıkamamasının kodlamasıdır. Hamlet’in“yaşam bir sahne ve hepimiz birer oyuncuyuz” repliğinde olduğu gibi, 

April tıpkı tiyatroda, başkaları (Onlar) tarafından yazılan yaşam sahnesinde oynamaktan, sahtelikten bunalmış, başarısız olmuştur. Bilinç uyuşukluğu ise onun değil eşi Frank’ın karakteridir. Frank  daima uzlaşımcı, bahaneci, sürdürebilirci  karakteri ile karşımıza çıkar. Bu yüzden eşi April’in, Paris’e giderek yeni bir yaşama başlama teklifini ilk başta  zorlanarak kabul etse de , daha sonra işinde aldığı terfi ve yüksek para   teklifi ile kararından hemen vazgeçer..”Başka bir yaşam mümkün”  kararını April, eşini de katarak ama aslında kendisi için almıştır.Çünkü Frank vazgeçip,  hayalinin yaşadığı yerde, burada  gerçekleştiğini söylediğinde büyük tepki verecek,acı çekecektir..Frank,  Onlar’ın belirlediği yaşamda, zihninin konforunda yaşamayı tercih eder. Peki sorun ne? İnsan neden durduk yere kim olursa olsun kendisine konformizmi  sağlayan ideolojiden ve onun sunduğu yaşantı deneyimlerinden vazgeçsin? R.Bach’ın “Martı”sı  olmak neden bu kadar gerekli olsun? Soruyu şöyle de  sorabiliriz:
“Acaba onlar alanına takılıp kalan ve bu alanın bu yaşam biçiminin dışına çıkmayı başaramayan kişinin kendisini ve çevresini anlaması ya da yorumlaması nasıl mümkün olabilir?

 Heiddiger’in bu soruya verdiği yanıt: gevezelik, merak ve belirsizlik! Onlar alanında kalan insan yaşamı bu üç yolla anlamlandırır.Boş konuşma, özetle konuşmuş olmak için konuşma..Merak ise onlar’ın dünyasında bilmek, anlamaya çalışmak ,tanımak için değil, sadece görmek isteğinden kaynaklanır.Gevezelik tarafından beslenen merak için merak ( az sonra az sonra )….Sıradan günlük yaşamda  insan, dünyayı ve kendisini gevezelik, merak yoluyla anlamaya, idare etmeye çalışırken,bir süre sonra neyin anlaşılabilir, neyin anlaşılmaz, neyin idare edilebilir, neyin edilmez oluşu hakkında belirsizliğe düşecektir.. Onlar’ın dünyasında genellikle yaşamların hakiki,dopdolu geçen bir yaşam olduğu sanısı egemendir.Bu kuruntu herkesin en büyük tesellisi ve her şeye karşı  körleşmeleridir” (Hakan Savaş.Varoluşçuluk ve Sinema.S.187)

Filmi doğru okumak için her şeyden önce ana karakterin (ya da karakterlerin) filmin temasını gerçekleştirmesi için çatışmak zorunda oldukları karşıt karakterin/gücün  doğru teşhis edilmesi gerekir. Filmsel metni tüm olarak okuduğumuzda  karşıt karakterin “sistem” yani “Onlar” olduğu net olarak görülür.

“Hayallerin Peşinde” filminde yan karakterler, “onlar”ın alanında takılıp kalanlar olarak filmin temasına katkı sağlarlar.Filmin en anlamlı sahnelerinden olan, April ile Frank’ın Paris’e gitme kararını duyan  komşu kadının, kendi evinde kocasının karşısında kendisini daha fazla tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağladığı sahnedir.Özüne kavuşan bir insanla karşılaşmak, ne feci bir vicdan azabı yaratır, onların dünyasında kalanlar için. Kıskançlık, çekemezlik, küçük görme, başaramadığında mutlu olma,başardığında kahrolma vs..Sisteme dahil olanlar konuşmak için konuşup,merak için merak eder ve yanıtlarını tahmin ettiği sorular sorar çevresine:evli misiniz? Kaç çocuğunuz var? Nerede okuyorlar? Ne zaman emeklilik?  Maaşınız ne? Nerelisin? Sen de herkes gibisin; ne güzel!

Frank’ın iş arkadaşları, bu kararın çok anlamsız olduğunu söyleyerek kendisiyle hafiften dalga geçerler.oysa fark etmedikleri o kararı alan Frank’ın  kendilerinden farklı olarak ilk defa iş yerine  gülümseyerek gelmesi ve patronu karşısında doğal hali ile- konuşmalar yapması ve eşi ile ilk tanıştıkları zamanlar gibi sevişmesiydi. İlk sahnelerde Frank’ın  caddelerde bütün bir kalabalıkla  aynı yöne gitmesi, Paris’e gitme kararını vermesinden sonra tek başına o kalabalığa karışmadan ,bir köşede durup sigara içmesi kodlamalarının  yarattığı anlam..." Kalabalıkların gerçeği yoktur."
(H.İbsen) ya da Gülten Akın’ın dediği gibi: “ah kimsenin vakti yok,durup ince şeyleri düşünmeye.”

Yaratılmış “otantik olmayan varoluş”un gereklerini  yerine getiren yan karakterlerden emlakçı’nın finale doğru yaptığı konuşmalara tanık oluruz: Frank ve April’e söylediği  iltifatları, finalde şimdi onların evine taşınan çifte söylemektedir. Samimiyetsiz  yaşam diyalogları! Finalde boş konuşan karısının laflarını duymamak için kulaklığını kapatan adam imgesi..Ve April’i destekleyen,Frank’tan hesap soran tek yan karakter:bir deli!  Aklın karanlığında yaşamayan bir matematikçi.Ancak  onun otantik varoluş içinde kalan, özünü kaybetmemiş  tüm düşünceleri, eski mesleği olan matematik bilgilerinin, akıl hastalığının tedavisinde şok uygulanıp hafızasından silinmesi ile mümkün olabilmiş..Filmin en önemli kodlamalarından birisi de budur:: Batı’nın çağdaş bilimlerinin insanı ve insan değerlerini askıya alıp, indirgemeci bilimsel yöntemlerle yarattığı paradigmalar:rekabet, para, hırs, şöhret, savaşlar vs… İnsanı ontik bütünlüğü içinde göremeyip  ıskalayan kutuplaşmış kaya mantığının yarattığı paradigmaların çözümsüzlüğünün, ancak o bilgilerin silinmesiyle,deli olmak ile  kavranması. Akıllı (!) insanların yaşamlarının iğdiş edildiği gerçeği, bir delinin (!)  sözleriyle sahnelenir.

İnsan, tüm yaşamı boyunca “onlar”ın alanında kalıp özünü unutup yaşayabilir mi? Ayağının altındaki toprak hiçbir zaman kaymaz mı? Ben kimim? Ne yapıyorum? Ne kadar çok varsam o alanda o kadar eksiğim! Yaşamın anlamı ne? Bu kadar boş konuşma, bu kadar yönlendirilmiş kültürel kalıpların sahteliğinden çıkmama ne yardım edebilir? Acının sınır noktalarına geldiğimde başlayan değişimler, yeryüzüne düştüğüm anda “büyük öteki” tarafından empoze edilen  kültürümü değiştirmeye yeter mi? Herkes gibi olmak için bu kadar yalan yaşamaya değer mi?

Biliriz ki yaratılmış değerlerin içinde yaşayarak sahici olmayan varoluşumuza güzellemeler yaparak yaşamak zorundayız ve bu bir realite..Biliriz ki April İle Frank Paris’e gittiklerinde, bu defa April çalışıp, Frank boş zamanlarına kavuştuğunda da çok şey değişmeyecek.Bir süre sonra Simon De Bouvour’un dediği gibi “geçmişlerine karışacaklar”. Yine de sorgulamaksızın yaşanan, bir kere dahi başkaları tarafından çizilen sınırların dışına çıkmadan geçirilen yavan hayatlardan farklı olan bilinçlerle yaşam daha anlamlı olacaktır.

Gün gelir Kate Winslet ve Leonarda Dicaprio'nun da karakter olarak  filmin her sahnesinde başarıyla yarattıkları "varoluşsal bunalım"a girerse insan? Bu yönlendirilmiş dünyada, artık nefes alıp vermek zorlaşırsa gün be gün?

Hayat gailesi devam ediyor ve edecek..Bize kalan sadece bir parça düşünmek!



Filmin Künyesi


İsmi                 : Hayallerin Peşinde
Yönetmen        : Sam Mendes
Eser                  : Richard Yetes  (Revolutionary Road)
Yapım               : ABD. 2008
Oyuncular         : Kate Winslet, Leonardo Di capro, Katy Bates








ODA



ROOM


Evrende bir odadan ibaret bir evde yaşamak zorunda kalsaydık, ne hissederdik? Ve bu mekanın dışında, başka  insanlar , başka canlılar, başka bir bilgi;  yani en geniş anlamda  başka bir yaşam   olduğunu  bilmeseydik,  bedensel ve fikirsel özgür olmak için  mücadele eder miydik?
Peki ya bilseydik? Özgürce en az bir kere yaşasaydık, artık odada (!) yaşamaya devam edebilir miydik?

Yönetmenliğini Lenny Abrahamson’un yaptığı “ Room”  filmi 7 yıl önce kaçırılıp, dış dünyadan tamamen izole edilmiş bir odaya hapsedilen ve orada kendisini kaçıran Nick tarafından sürekli tecavüze uğrayan Joy ile o tecavüzlerin sonucunda dünyaya getirdiği Jack ‘in özgürlük mücadelesini anlatır.  Joy,  oğluna evrenin kozmolojik açıklamasını mitlerle yaparken ( bizim öğrendiklerimizden ne kadar da farklı ), sadece yeryüzüne, odanın kültürel evrenine nasıl düştüğünü, yani nasıl doğduğunu doğru anlatır. Amacı, tıpkı bizim ruhsal sağlığımızı düşünen egemenlerin ideolojik aygıtları ile gerçekleştirdiği gibi, bu küçük dünyada   gerçekliğin  maniple edilerek sorunsuz yaşanmasını sağlamaktır.

Tüm bu sanal gerçeklikler Joy tarafından,  Jack büyüyüp artık anlatılanlar hakkında illiyet bağı kuracak yaşa yani   5 yaşını doldurduğu  güne kadar sürdürülür. Daha önce   tüm hayatın  eve yiyecek getiren  Nick’le birlikte  kendilerinden  ve bulundukları mekandan ibaret olduğunu  söyleyen  Joy,  o gün Jack’a  artık büyüdüğünü ve gerçekleri öğrenmesinin zamanı geldiğini  söyler.  Oysa o ana kadar, gece odaya geldiği zamanlarda  dolabın içinde kaldığı için  hiç temas kurmadığı   Nick’in  totaliter düzenini algılayamayan Jack'in , birkaç basamakta   gerçeklerle tanışacak  gücü yoktur. Joy’un aksine,  ruhun ve aklın gelişimi için  en doğru gıdayı verecek özgürlüğün   gösterenleri   ile karşılaşmamış, dolayısıyla da zihninde onunla ilgili tahayyüller oluşmamıştır. 

Jack ilk defa duyduğu  gerçeklere tepki gösterir, annesine bağırır, hakaret eder,“bana başka bir hikaye anlat, bunu değil” ,“senin kokuşmuş dışarıdaki dünyana inanmıyorum”,der.Tıpkı tüm zamanlarda yaşanan gerçekliğin  bilgisi  ve  imgelemi ile karşılaşan yığınların , düzenimiz  bozulacak korkusuyla yaptıkları hareketler ve söyledikleri sözler  gibi.Tıpkı  zamanının yaratılmamış düşünce akımlarını ortaya koyduklarında en ağır yaptırımlara maruz kalan  özgür düşünce insanlarına davranıldığı gibi..
Ve Joy’un gösterdiği  küçük  tavan penceresinin üstüne  düşmüş sararmış  yaprağa: “bu sarı, gerçek değil, yaprak yeşildir” diyen Jack, diyalektik materyalist  felsefi düşüncenin  açıkladığı maddenin özündeki  değişimi reddeder, büyük çevrelerde küçük dünyalarının metafizik düşünce bataklığında yaşayarak yaşamı okuyanlar  gibi.

Jack bir süre sonra istemese de, özdeşleştiği tek canlı olan annesine bir parça hak verir;  onun tehlikeli kaçış planına harfiyen uyarak   evden ölü taklidi yapar ve  gömülmek üzere halının içinde ilk kez dışarı çıkar. Kim bilir belki de tekrar doğmak (!)  için önce hiçliğe dalmak gerekir; tıpkı nihilistler gibi, tıpkı varoluşçu felsefenin izinde yaşamın anlamını tekrar bulmak için bir defa sembolik ölümü yaşamak gerekir,  diyenler gibi.

Kamyonetin arkasında halının içinden dışarıya yani karanlıktan aydınlığa çıkan Jack’in ilk gördüğü, daha önce odanın tavanından küçük bir parçasını gördüğü gökyüzünün ne kadar  geniş ve ne kadar aydınlık  olduğudur. Özgürlük  yakıcıdır, Jack’ın gözler  kamaşır. Özgürlük şaşırtıcıdır,Jack allak bullak olur. Jack ancak bedel ödeyerek  özgürlüğüne kavuşmuştur;herkes gibi..
Verdiği zeki yanıtlar ile polisin evi bulmasını ve annesinin de kurtulmasını  sağlar..Artık dışarıdadırlar ve  ikisi de özgürdüler…Özgür! Acaba!

Platonun tarihin ilk metaforik anlatımı olarak da kabul edilen mağara alegorisinde, bir grup yerli karanlık bir mağarada ayakları birbirlerine zincirlere bağlı olarak dururlar. Arkalarında yanan ateşin aydınlattığı mağarada kendilerin ve etraftaki nesnelerin gölgeleri karşılarındaki duvara yansır. Onlar bu imgeleri gerçek sanır;  oysa mağaradan çıkabilseler artık o imgelerin asıl gerçekliğine kavuşacaktırlar. Peki, ama ya dışarıdaki özgürlük de bir yanılsama ise?

 Marks’ın “katıksız hiçlik” dediği, ideolojiler tarafından yapılandırılan kurum ve kurallar ile ebedi ve doğal gösterilen her şey. Ve bu olgularla yönlendirilmiş yaşamlar içinde olan birey,  tek başına gerçeğe giden yolu nasıl bulacak? Odalarda kalmayarak dışarıya çıkıldığında, başka yerler, başka ülkeler insanı gerçek anlamıyla özgür kılmaya yetecek midir? Ruhun yükleri olan sorgulanmaksızın kabul edilmiş değerler, insanın özgürlüğe kavuşmasında ne derece engeller yaratacaktır. Büyük babanın tecavüz mahsulü olmasını unutamayarak bir kere dahi olsa torunu Jack’e bakamaması,  öğretilmiş ahlakın yarattığı bir vicdan tutsaklığı olacaktır. Gerçekten özgür olmak için yeniden değerlendirilmesi gereken ahlak!

Peki ama iyi-kötü, ahlaklı –ahlaksız vs dışarıdan bakarak, sonuçlarla flört edilerek o kadar kolay anlaşılabilen değerler midir? TV muhabirinin Joy’a , “çocuğunuz Jack doğunca tecavüz edene, onu dışarıda güvenilir bir yere bırak en azından, niye demediniz?"  sorusu, iyilik ve kötülüğün durumların doğası ile değiştiğinin bir belirtisi olarak görünür. Mükemmel bir anne olan Joy’un,  Jack’i belki de hiç çıkamayacağı ebedi bir mahkumiyete sokarken çıkarı neydi? Doğru ya da yanlış ahlaklı ahlaksız şeklinde hemen yapıştırılan yaftalar, analitik çözümlemelere girildiğinde ne kadar da yetersiz kalır.
Özgür yaşam içinde Jack kısa bir sürede gerçek sağlığına kavuşurken, Joy ise ne garip bir tezattır ki küçük odanın aksine yavaş yavaş akıl sağlığını, moral değerlerini yitirmeye başlayacak ve bu durum intihara teşebbüs aşamasına kadar varacaktır.

Finalde tekrar bir kere daha görülmek üzer gidilen odanın küçüklüğü Jack’i çok şaşırtır; çünkü artık dışarıdaki dünya ile tanışılmıştır. Kapı kapalı olmayınca oda olmuyor ki der. Ama Joy’un “ kapıyı kapatmamı ister misin?” sorusuna “ hayır” der. Artık o kapı hiç kapanmayacaktır. Çünkü insan  bir defa özgürlüğü tatmıştır. İnsan “ özgürlüğe mahkûmdur.”

Jack,  odanın içinde yaşarken, kavramsal düşüncenin henüz oluşmadığı ilk çağlarda doğa ile özdeşleşmiş halde yaşayan ilkel insanların, doğanın fenomenleri ile girdiği canlı doğrudan ilişkide olduğu gibi, gördüğü her şeyin bir ruhu olduğuna inanmakta,  odanın içindeki her nesneyle konuşmaktaydı. Oysa şimdi başka bir zamanın, başka bir çağın çocuğudur. Yine de odadan son kez ayrılırken geride kalan tüm eşyalara “elveda” der. En geniş çerçevede İnanç olmadan edinilmiş bilgiler, eninde sonunda insanın manevi dünyasını kupkuru mu yapacaktır?


Evrende bir odadan ibaret bir evde yaşamak zorunda kalsaydık, ne hissederdik? Ve bu mekanın dışında, başka  insanlar , başka canlılar, başka bir bilgi;  yani en geniş anlamda  başka bir yaşam olduğunu  bilmeseydik,  bedensel ve fikirsel özgür olmak için  mücadele eder miydik?
Peki ya bilseydik?




Filmin Künyesi:

Yönetmen              : Lenny Abrahamson
 Eser                       : Room
Yazar                     : Emma Donuhue
Müzik        : Stephan Reniks
Oyuncular              : Brie Larson, Jacob Tremblay, Joan Allen
Tür                         : Dram, Gerilim
Ülke                       : Kanada, İrlanda.2016

KÜRK MANTOLU MADONNA



Aşk her şeyden önce bir inançtı, spirütüel bir duygunun ifadesi. Belki de bu yüzden hiçbir deney ve yöntem, yaşanmış hiçbir tecrübe  onun hakkında genelde aynı sonucu vermedi; ve bu yüzden sanatın merkezinde insana bağlı en vazgeçilmez değer olarak yerini aldı.Onsuz bir anlatı sanatının kalbi yoktu.

“Anna Karanina”  (Lev Tolstoy)  “mutlu evlilikler birbirine benzer, mutsuz evliliklerin kendine özgü hikayesi vardır” satırıyla başlar. Mutsuz sonla biten aşklar çoğu zaman ardında  tanışmışlıkların, yaşanmışlıkların pişmanlığından çok daha farklı, derin anlaşılması zor duygular bırakır.”Kürk Mantolu Madonna”  bu temanın sade anlatımının kat kat açılan derinliğinde her okuyuşta farklı mekanlar, farklı karakterler arasında kendimizi yeniden bulacağımız Türk Edebiyatı’nın en güzel aşk hikayelerindendir.

Kürk mantolu Madonna ve Sabahattin Ali..Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna..Bir ismi andığımız anda diğer isim dilimizin ucuna hemen geliyor.Eser ve yazarı  sözcüklere bile dökmeye gerek duymadan devleştiren şey daha başka ne olabilir ki?

Roman kahramanı Raif’in farkındalıkla  yoğunlaşan varoluşun öz bilincinde yaşama bakan gözleri,yaratılmış yapay statülerden uzak, ailesi ve yakın çevresi dahil tüm sahte ilişkilerden kopuk yalnız başına sürdürdüğü yaşamı bir resim sergisinde gördüğü “Kürk Mantolu Madonna” resmi ile farklı bir anlama kavuşur. Kendi resmini yapan Maria Puder ile tanışması ve  ona olan tutku derecesinde bağlılığı vitalitesi yüksek yeni zamanlarında başlangıcı olacaktır.Gece kulüplerinde şarkıcılık yapan Maria’da, hiçbir erkekte görmediği  saf duyguları bulduğu  bu adama karşı  adım adım çıkılan basamaklar gibi duygu dönüşümleri yaşayacaktır.

“Hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. Bir insanın diğer bir insanı hemen hemen hiçbir şey yapmadan bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? Ahbapça bir selam ve temiz bir gülüş..”

“Kürk Mantolu Madonna” romanı anlatısını  adını öğrenemeyeceğimiz 3.şahıs karakterin ağzından kurar. Onun anlatımı ile arkadaşı aracılığıyla isteksizce girdiği şirkette kendisine tahsis edilen odada tercümanlık yapan orta yaşlı Raif  Bey’ i tanırız. İlk anlarda fiziksel görünüşü  ve dışa yansıyan davranış kodlarıyla tanıtmaya çalıştığı oda arkadaşı,zamanla onda çevresinde gördüğü hiç kimseye benzemeyen ve tam olarak anlamlandıramadığı  düşünceler yaratacaktır.

“İnsanlar birbirini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”

 Raif Bey’de onda kendisine karşı ailesinde, mesai arkadaşlarında görmediği,  hissi derinliğinin getirdiği yaklaşıma karşılık, yaşamı boyunca unutamadığı Maria ile  yaşadıklarını tüm gerçekliğiyle yazdığı defterini ölüm döşeğindeyken okumasına izin verir. Anlatıcı defterde yazılan hikayeyi satır satır okurken, bizde içine kapanık, hayata küsmüş sürekli hastalanan Raif’i ve onun düşüncelerinde hayat bulan Maria’yı, Kürk mantolu Madonna'yı  artık tüm sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla  tanırız.Karşımızda bambaşka bir aşkın kahramanı bir kadın ve o güne kadar anlatılmamış,yazılmamış  dünyası vardır.

 “Şuna dikkat edin ki,benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir.Hiçbir şey anlıyor musunuz,hiçbir şey istemeyeceksiniz..Sonra meçhul bir düşmanıyla kavga ediyormuş hırçın bir sesle devam etti:”Dünyada sizden yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum,biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan bir çok şey istedikleri için…”

 “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz ? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır.İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler,üst tarafını uydururlar;ve günün birinde hatalarını anlayınca yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar.Halbuki mümkün olanla kanaat etseler,hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz.”

Finalde istasyon sahnesinde ortaya çıkan sürpriz ile göz pınarlarımız dolu şekilde romanı bitirirken, en kısa zamanda, öykü ruhumuzda demini aldıktan sonra, bir kere daha okuyacağımıza eminizdir.

Günümüz değerler erozyonunda, tüketilmemesi, kullanıp atılmaması gereken, bizi biz yapan, insanlık yolunda yürümemizi sağlayan değerler üzerinde düşünmemiz, odaklanmamız, yaşantımıza rol model olarak geçirmemiz için çağın başat manevi tasarımı sanata baş vururuz.

Sabahattin Ali romanları, öyküleri ve şiirleriyle tekrar tekrar raflarda keşfedilmeyi bekliyor..
Daha derin zamanlar  içinde alınıp verilecek nefesler için.


KÜNYE
Eserin Adı: Kürk Mantolu Madonna
Yazar: Sabahattin Ali
Basım evi: Yapı Kredi yayınları
Baskı:79
Baskı Tarihi: İstanbul 2016

LİNÇ



Ülkemizde milliyetçi reflekslerin aniden ortaya çıkması ve  iktidar edenlerin de bu tutumları çıkarlarına uygun  anlayışına bağlı olarak sürdürmesiyle fiziksel ve sözlü linç kültürünün yol açtığı  acıların sık yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. Peki ama neden bir toplumu ayakta tutan, kökenlerine bağlayan, ortak bir dil-tarih ve kültürle yoğrulmuş tek bir  millet olma bilinci aşılayan bu kavram, bu derecede kolay tahriklerin ve ötekine yönelik yıkımın malzemesine konu olabiliyor? İyi milliyetçilik-kötü milliyetçilik ayrımının realitesi var mıdır?  Kısaca asıl sorun: nedir bu milliyetçilik?

Tarihçi, yazar ve akademisyen Murat Belge “Milliyetçilik-Linç kültürünün Tarihsel Kökeni” isimli kitabında günümüz dünyasının gelişme düzeyi farklı bölgelerinde farklı düzeylerde yeniden tartışmaya açılan milliyetçilik kavramını özünde olması gerektiği gibi diyalektik materyalist bir tarih okumasıyla geniş bir çerçevede ele alarak  ortaya koyuyor. Fransız İhtilali ile başlayan modern milliyetçilik düşüncesinin ulus devletlerin kurulma sürecine katkılarından, günümüzde  yine  ulus devletlerin aynı akıma,  milliyetçiliğe dayanarak çözülme sürecinde nasıl ayakta kalmaya çalıştığını açıklıyor.

Gazeteci Berat Günçıkan’ın sorularına Murat belge’nin verdiği yanıtlardan oluşan kitap, tarihte feodalitenin yerini alan sınai toplumuna geçişle birlikte dini ideolojilerin toplumsal birliği sağlayamaması ve  iki farklı sosyal formun bağdaşmazlığı üzerine  seküler ideolojiye geçiş aşamasında, yeni düzenin Tanrı kadar güçlü bir sahibi olmamasının getirdiği eksikliğin, çeşitli unsurları (dil-din-tarih-millet )  bir araya getiren  “Ulus Devlet”lerce nasıl ve hangi şartlarda yapıştırıcı olarak devreye girdiğini açıklıyor.

İngiltere, Amerika Ve Fransa’da aşağıdan yukarıya doğru  orta sınıf burjuva hareketine bağlı olarak kurulan Ulus-Devletlerdeki milliyetçilik anlayışı ile güçlü bir burjuva sınıfına sahip olmadan tepeden gelen askeri güçle ulus devletine dönüşen Türkiye, Almanya , Japonya gibi toplumlardaki milliyetçilik  algısı arasında günümüze kadar görülen zihniyet farklılıklarının yansımalarına değinen kitap,ayrıca  ilk üç örneğin ulus devlet kurmak gibi başlangıçta dertlerinin olmadığını, ortada demokrasi mücadelesi olduğunu ve sonuçta ortaya çıkan şeyin “ulus” olduğunu belirtirken, bizim de batı uygarlığı ile aramızda kapanmayan zihniyet açmazların sebebinin analitik düşüncesini de ortaya seriyor.

Murat Belge kitabın büyük bölümünü doğal olarak Osmanlı’nın son günlerinden günümüze uzanan Türkiye tarihine ayırmış.Özellikle  İttihat-terakki dönemlerinde Osmanlının artık kaçınılmaz görünen akibetinden sonra kurulacak yeni düzenin esasları üzerinde o günlerde yaşanan Panislamizm, Pantürkizm, Turancılık tartışmalarını ve tabi milliyetçiliğin hangi anlayışla ve üslupla Cumhuriyetin temelleri arasında yer aldığını, ilk yıllarda tek bir dil,tek bir tarihin  nasıl yaratıldığını, Kürt-Ermeni-Rum vatandaşlarının  sorunlarının bu ideolojik tutum nedeniyle ne şekilde çözüldüğünü ve/ veya günümüze kadar neden çözülemediğini egemen  resmi tarih anlayışı dışında açıklıyor.
Kitabının sayfalarını çevirdikçe, milliyetçilik akımının tarihte farklı uygarlık basamağında farklı üretim ilişkileri içinde bulunan toplumlarda aldığı rolü ve uygulamalarını okudukça  aklımıza Alman felsefeci Theodor Adorno’nın “tarihin öznesi insan değildir; insan tarihin içinde gezinen bir öznedir sadece.Tarihin esas öznesi üretim ilişkileri ve sınıf çatışmalarıdır.İtici güç budur” şeklinde özetlenebilecek düşüncesi geliyor. Slovanyalı Marksist filozof Slavoj Jizek’in de isabetle belirttiği gibi: ”aileyle, kültürel kökenle, vatanla kurulan aidiyet ilişkilerinin tümünde , söz konusu ilişkinin kaçınılmaz  olmasından kaynaklanan metazori bir durum söz konusudur.Çünkü bireyin toplumsallaşma ve simgesel düzene geçiş aşamasında bu dayatma seçimi söz konusudur. Psikanalitik kuramda simgesel düzene geçişle birlikte ortaya çıkan özne konumu görünüşte bir seçim sonucu elde edilir;ancak öznenin bu seçimi önceleyen varlığı yoktur.Özne bu seçimden önce var olmaz.Özneyi kuran bu seçimin kendisidir.”

Yeryüzüne geldiğimiz anda kalın çizgiler içinde varlığımız vatan-dil-din- etnik köken-ırk-aile olarak paradoksal bir seçimle oluşturuluyorsa, bu düşünce bizi o cemaatin sınırları dışında farklı özneler olarak kurulan varlıkları ötekileştirmemizin sakatlığını da açıkça ortaya koymuyor mu? Bireyin iğdiş edilen düşünce dünyasını yaratan, sınırları aşılmaz kalın duvarlarla örülü her türlü  cemaat içinde, “diğer cemaatler bizim için tehlikelidir, bizi yok etmek istiyorlar, o halde önce onlar yok edilmelidir” anlayışı muktedirlerin çıkarlarına çok uygun olsa da ve popüler kültür aile-cami-eğitim-medya kurumlarıyla yani devletin ideolojik araçlarıyla,bunun yetmediği alanlarda baskı aygıtlarıyla her an  yapay saldırganlık yaratılsa da , A.Camus’un bir yanlışın altını kalın çizgilerle çizdiği “ cehennem başkalarıdır” sözünün anlamsızlığı ve yarattığı felaketler düşünen, sorgulayan  bireylerin dünyasında çürüğe çıkmaktadır.

Milliyetçilik hakkında herkesin söyleyeceği şeyler vardır muhakkak; ama Murat Belge'nin entelektüel dünyasının ışığı ile o konu hakkında geniş çerçevede aydınlanıp fikir sahibi olmak, özelikle milliyetçiliğin sık sık linç kültürüne dayanak olduğu, farklı düşünenlerin“sev ya da terk et “ anlayışı ile tehdit altında olduğu  günümüzde, çağına yakışır düşünce dünyasının kazanımlarını edinmiş ve yine o düşünceye uygun demokrasiyi yaşamının her alanına katmış birey için  daha çok önem kazanmaktadır.



KÜNYE:
ADI: Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni. Milliyetçilik
YAZAN: Murat Belge
YAYINEVİ: Agora Kitaplığı
BASKI: 2006

PALTO





Akakiy Akakiyeviç, Çarlık Rusya döneminde Sen Petersburg kentinde yaşayan ve çalıştığı dairede kendisine verilen mektupları  temize çeken bir memurdu.

“Ne zaman işe alındığını kimse hatırlamıyordu. Daireden nice memurlar, nice masa şefleri gelip geçmişti; ama Akakiy Akakiyeviç hep aynı yerde, aynı şekilde aynı işi yerine getirmişti; yani mektupları temize çekmişti. Yaşamındaki bu ayniliklerden olsa gerek, sonra sonra insanlar onun üniforması içinde ve kafasındaki keliyle zaten bu iş için hazır bir şekilde dünyaya geldiğine inanmaya başlamışlardı.”

Nicolay Gogol’un  1842  tarihli “Palto” isimli eseri,  edebiyat dünyasında  farklı bir  nirengi  noktasını teşkil eder.  O dönemlerde sıkça kullanılmaya başlanan “sıradan insanlar”  tabirini, eserin ana karakteri Akakiyeviç’i, fiziksel ve ruhsal boyutlarıyla analiz ederek ortaya koyan Gogol, bu yaklaşımıyla dönemin "gerçekçilik" anlayışını benimseyen Rus eleştirmenleri kadar, ilginç bir şekilde 20.yy’ın biçimci ekole dahil olan eleştirmenler tarafından da övgüye değer bulunur. Gogol ayrıca “Palto",“Müfettiş” ve “Taras Bulba”eserleri ile de  Dostoyevski’nin “İnsancıklar” ının öncülü olarak  değerlendirilecektir.

“Palto” dönemin bürokratik anlayışına karşı sert bir eleştiri olarak kabul edilmiş; ve fakat gerek sıradan insanın  ve gerekse sistem eleştirisinden ibaret bir okumanın,  eserin farklı açılardan algılanacak derinliğini görmeye engel olacağı ileri sürülmüştür.Belki de söyleyeni hakkında çeşitli rivayetler olan o meşhur “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” sözünün tam da ifade etmek istediği husus buydu. Çağları aşan sesi ile Gogol, sadece bir sistem içinde sıkışıp kalmış sıradan bir vatandaşın özel dünyasında trajedisini ya da gülünç konumunu ortaya koymuyor; kostümlerin, dekorların, sistemlerin zaman-mekan içinde değişimine karşılık, Akakiy Akakiyeviç temsilinde değişmeyen insanın doğasını anlatıyordu.

Kendisine verilen işe aşk ile bağlı olan Akakiyeviç’in gündüzleri gibi akşamları da, mesai arkadaşlarından farklı olarak, birbirinin benzeri saatlerin toplamından ibaretti. “Kimse onu, hayatının herhangi bir döneminde, herhangi bir davette görmüş olduğunu söyleyemezdi. Yazıları temize çekme hevesini yeterince tatmin ettikten sonra yatağına yatar, ertesi gün tanrının kendisine bahşedeceği temize çekme görevlerini düşünerek, yüzünde beliren gülümsemeyle uykuya dalardı.”

“Sanat insanı kendisine gösteren aynadır” der Shakespeare, ya da benzer bir tanım Tolstoy’dan gelir: “edebiyat toplum içinde gezdirilen aynadır." Anlatım sanatlarının başarısı bu gösteren işlevini ne derece yerine getirdiği kadar, belki ne derecede  yüzeye taşımayarak, yöntemini hissettirmeyerek, alt metinle duyurduğudur. Kimse, bir sanat eserinde dahi olsa, varoluşsal kaygılarını yaratan kusurları veya açmazları ile karşılaşmak istemez. Sanatçıların “köyün delisi” (Oğuz Adanır) olduğunu bilse dahi,dayanma sınırı vardır. Ancak bir an gelir okuyucu satır aralarında imgelere dökülen yaşantısını tanır ve artık kendisi ile karşılaşmaktan kaçamaz; düşüncelerinin ve varoluşunun savunmasız kırılganlığında yepyeni bir algılama düzeyine ulaşır. İşte bu özgürleştiği andır.

A.Akakiyeviç’in sübjektif değerlerle örülü huzur dolu yaşantısı, bir an gelir büyük bir değişime uğrar:”herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı amansız bir düşman vardır Petersburg’da. Söz konusu düşman, her ne kadar insan sağlığına iyi geldiği söylense de , bizim ünlü Kuzey ayazından başkası değildi.”

Akakiyeviç yılda 400 ruble kazanırken, artık soğuğu olduğu gibi geçiren, lime lime olup yama tutmayan, mesai arkadaşlarının “sabahlık” adını taktığı paltosunun yerine yeni bir palto alması gerekiyordu; fiyatı 200 Ruble! Ona sahip olmak için  asgari düzeyde tuttuğu yaşamsal faaliyetlerini iyice kısar.Yeni bir palto yeni vital zamanlar getirir Akakiyeviç’e. Ancak çalınan paltosu ile her şey altüst olur

“Akakiy Akakiyeviç çaresiz mühim adama gitmeye karar verdi… Şunu da belirtelim ki kendileri yalnızca kısa bir süre önce mühim adam olmuştu ve daha önceleri mühim bir adam değildi. Aslında kendisinden daha mühim olan diğer adamlarla karşılaştırılınca, bu adamın konumu hala pek mühim olarak değerlendirilemezdi. Gelgelelim aslında bu gibi mühim olmayan adamların çevresinde aslında onların mühim adam olarak görülmesini sağlayan insanlar her daim var olmuştur.”

Marksist edebiyat geleneğinin en önemli düşünürlerinden Georg Lukacs,  toplumcu gerçekçi anlamda başarılı bir eserin, betimlemek yerine anlatmakla ortaya konulacağını ifade eder: Anlatmak, toplum ve bireyler arasındaki çelişkilerin insana özgü, yani insanın kendisi tarafından yapılan şeylerin insanlar arasında yabancılaştırılmış ilişkiler olduğunu göstermektir.

Anlatmak, yani öz ile görünen arasındaki sanatsal diyalektik, gerçekliğin bir bütün olarak ele alınışı ile mümkün olabilmektedir. Bütünsellik arayışı, insan’ı yaşadığı zamanın çocuğu yapan ve tüm eylemlerinin sebep sonuç şeklinde açıklanmasını sağlayan en önemli özellik olarak sanatçının sorumluluğunu oluşturur. “Palto”nun günümüze kadar gelen edebi değeri, bu anlamda toplumsal olan ile birey arasında karşılıklı kurulan ilişkinin sonucunda oluşan bütünsel- kapsayıcı kişilik tahlilleridir.

“Ciddiyle gülüncün, trajikle komiğin, hayatın beş para etmez bayağılıklarıyla, güzellik yücelik adına en değerli şeylerin iç içe geçişi konusunda Avrupa edebiyatında bile benzersiz olarak kabul edilen Gogol.” (Behçet Çelik)

Palto çıktığı zaman “hayalet” den, yani edebiyattan bize kalan:“bir zamanlar dünyayı değiştirmeye çalışırken, şimdi artık dünyanın bizi değiştirmemesi için” okumaya, düşünmeye devam etmek..


KÜNYE:
Eser                 : Palto
Yazar               : Nikolay V. Gogol
Çeviren           : Aslı Takanay.
Matbaa            : Ayrıntı Yayınları
Basım              : 6.Baskı. 2017


MERKEZ İSTASYONU




İnsanların  yaşadıkları zamana ve mekana bağlı kalmaksızın ruhlarında ortak bir tinsel duygu olduğu görüşünü ortaya koyarak,  “ biyoloji yazgıdır”,  diyen  S.Freud ile  “dil yazgıdır”, diyen F.Lacan’ın görüşleri için farklı bir çıkış noktası sunan Carl Jung, kolektif paylaşılan  bilinçdışının bu  alanına “arketip” adını verir.

Temel düşünce olan arketipler, aynı zamanda insanlığı ortak bir evrensel barış  ülküsü içinde birleştirecek felsefi düşüncenin de kaynaklarındandır. Herkes sevmek ve sevilmek ister; evladını, atasını sever, başarmak ister. Herkes statü sahibi olmayı arzular, rekabet eder, mutlu olmak ister… Herkes kozmolojik evren açıklanmasına ihtiyaç duyar, metafizik dünyanın aşkınlığını deneyimlemek ister..

Ve her insan yola çıkmak, değişmek ister. Bütünselliğe ulaşmak arzusu, yolculukların sadece fiziksel bir yer değiştirme ile sona ermemesini sağlar; yola çıkan, yolun sonunda aynı kişi  değildir.
Sinema sanatı, insanın değişimini yolculuk arketipi teması aracılığında ele alarak izleyicinin bilincine sunan en yetkin sanat dalıdır. Her başarılı film aynı zamanda, filmsel zaman içinde ve ele aldığı temanın sınırlarında, ana karakterin çıktığı yaşam yolculuğunda ömrünü nasıl yaşadığı ve nasıl  yaşaması  gerektiği ile alakalıdır.

Yönetmen Walter Salles’in  1998 yılında kendi romanından uyarlayarak senaryosunu yazıp çektiği “Merkez İstasyonu” filmi, bu bağlamda bir yolculuk filmidir. Çekildiği yıl ulusal ve uluslararası birçok  festivalden ödüllerle dönen film, özellikle başrolde olan Fernanda Montenegro’nun güçlü oyunculuğu ile de adından hayli söz ettirmeyi başarmıştır.

Bayan Nora, Rio de Janerio’da bulunan Merkez istasyon’undan gelip-geçen kişilerin mektuplarını yazarak geçinmeye çalışan emekli bir öğretmendir. Ancak okuma yazma bilmeyen vatandaşların uzaklardaki yakınlarına yazdıkları saflık ve içtenlikle örülü mesajları; onlarla özdeşleşmeyi baştan reddeden huysuz Nora’nın sansürüne takılır ve çoğu mektup ya çöpe gider ya da bir süre sonra gönderilip gönderilmemesine karar verilmek üzere çekmeceye konur; tıpkı devamlı müşterilerinden olan Josue ve annesinin mektupları gibi.Genç kadının sarhoş bir adama yazdığı “oğlunla görüşmelisin”  şeklinde özetlenebilecek isteği; Nora’nın geçmişinden gelen değerleri sebebiyle karşı tarafa ulaşamayacaktır.

Olaylar Josue’nun annesini istasyondan çıkarken otobüsün altında kaybetmesi ile farklı bir yöne kayar. Nora’nın uzaktan gördüğü bu kaza onun için sıradan bir ölüm olayıdır. İstasyonda tek başına yaşamaya başlayan Josue ile sürekli karşılaşan Nora, bir ara onun üzerinden maddi bir çıkar sağlamak da ister; ancak hatasını anlayarak onu organ tacirlerinin elinden son anda kurtarır.  Bunun üzerine bir parça Josue’nun şiddetli tepkisi nedeniyle gelen utanma duygusu ile ve çokça da organ mafyasından bir süre uzaklaşmak için Josue’yu babası ile görüştürmek üzere yola çıkar.
“Yolculuk”.. İlyeda destanında kolektif arzular peşinde türdeş bir toplumun geleneksel değerlerini pekiştirmek amacıyla kötü tanrıları / düşmanları yenmek için çıkılan yolculuk, hemen ardından gelen Odysseia destanında Ulysses’in yazgısını kendi eline alması ve tüm eylemlerinin sonuçlarını kendi iradesinin sonucu olarak yaşamasına dönüşerek bireysel büyük bir kırılma yaratır. Yaratılan mitler, Tanrılar ile insanlar arasında olduğu kadar insanlar arasındaki hiyerarşik eşitsizliği de meşrulaştıran ve ölümden sonraki yaşamda var olduğuna inanılan cezalandırma tehdidi ile de yaşamı düzenleyen anlatılardı.
Modern zamanların çağdaş mitleri de işlevsel olarak temelde egemenlerin aynı amaçlarına hizmet etmekle beraber, benliğin merkezini teşkil eden kahraman,  zamanla değişen toplumsal düzenlere uyum sağlarcasına değişim de yaşayacaktır. Artık yolculuk miti kader değil, bir dramın tüm öğelerini barındıran bir keşfe dönüşecektir.

İyi bir hikayenin tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi değişim basamakları vardır; Nora yolculuk boyunca sanki küçük Josue’nun gözünde dünyayı yeniden görmeye başlarken, bilincin farkındalık basamaklarını tek tek aşar. Parasız ve aç kalınca ilk kez hırsızlık yapar; fakat yakalanır. Nora’nın yola çıkmadan önce hırsızlık yapanlara karşı olan nötr ve hatta acımasız yargıları yavaşça değişir. O ana kadar tanımadan insanları sadece eylemleri ile yargılamış, analitik çözümleme yapmayan metafizik akıl yürütmelerle sonuçlarla flört etmiştir! Ve yine yıllar sonra ilk kez sevmeyi dener; aynaya bakar, ruj sürer; ancak kendilerini aracına alan ve ben yollarla evliyim diyen sürücü, onun bu ilgisine karşılık arkasına bakmadan kaçacaktır. Ama artık ne önemi vardı; kazanmak veya kaybetmek değildi mesele; Nora bir kez   yola çıkmıştı. Josue’un kim olduğunu soran yabancıya “ o benim arkadaşım” der; birlikte iken sık sık Josue’ya sarılır, onu anne şefkati ile öper. Toplu dini ayin yapılan kasabada, eskiden olduğu gibi mektup yazar ve birlikte para kazanırlar; ancak bu defa mektupları postaneye götürür ve atar. Filmin önemli kırılma noktalarından birini karakterin bu eylemiyle gelen değişimle görürüz. Artık Nora, tanımadan haklarında ahkam kestiği, dertlerine duyarsız kaldığı insanlara daha farklı bir gözle bakmaya başlamış; onlarla empati kumuştur.

 “Yolculuk filmlerinin temel izleklerinden olan ve geçmişten gelen süreleri bellekte tutmaya yarayan araçlar (mektuplar-kasetler- filmler-fotoğraflar vs) aynı zamanda sembolik bir anlam yaratıcı öğe olarak iletişimin sürekliliğini sağlar.”(Asuman Suner)

 Nora’nın çantasında taşıdığı ve içinde Josue ile anne babasının fotoğrafları da olan mektup da finalde yolculuğunu tamamlayarak ait olduğu yere yerleşecektir.
Ancak tüm bu yaşananlar Nora’nın yaşama farklı bakan gözlerini, düşünce dünyasının açmazlarını bir noktaya kadar olumlu etki eder; onun gerçek anlamda özgürleşmesi, mutsuzluğunu yenmesi, çocukluğunda takılı kaldığı sarhoş babasına duyduğu nefreti aşması ile mümkün olacaktır. Finalde Josue’nun babasının evinde gördüklerinden sonra, dönüş yolunda otobüste akan gözyaşları,  ruhunun tüm peşin yargılı yüklerini de akıtıp temizleyecektir.

Sinemada yolculuk, yüzeysel ve zihinsel bir alt metin olarak daima varlığını sürdürür. Mültimilyarlık Hollywood yapımlarında; misal Gladyatör’de (Ridley Scott), Cesur Yürek’te (Mel Gibson), Benjamin Buton’un Hikayesi’nde (David Fincher), Thelma Louıse’de (Ridley Scott) vb olduğu gibi, ana karakterin kimi zaman dışarıya doğru (yeni bir ev, yeni bir yaşam) ve kimi zaman  içeriye doğru  yaptığı (eve dönüş) yolculuklarının yanında, daha minimal koşullarda aksiyonu sınırlı olarak  çekilen ve genelde yine ana karakterin arayış amacıyla çıktığı evsizlik-yurtsuzluk temalarını da  barındıran filmler de, misal Yaban Çilekleri’nde (İngmar Bergman), Güneşe Yolculuk’ta (Yeşim Ustaoğlu), Yol’da (Yılmaz Güney), Ulysses’in Bakışı’nda (Teo Angelopoulos), Sorun yaratan Adam’da (Jens Lien), Hayallerin peşinde’de (Sam Mandes) Hasattan  sonra’da (Wladly Psikowski) yolculuk boyunca yaşananlar, bilinçdışımızdan bilince yükselerek bizi bize gösteren olgulardır.

Ancak “asıl drama yüzeyde değil, zihinde olandı” ve aksiyondan uzak içsel dramatik olay örgüsü ile “Merkez İstasyonu”nun yarattığı imgelerin ışığı perdede sönerken, bize filmden kalan düşünce, belki de, İnsanın adına yaşam denilen kendi filminde başrolü oynaması için, başkalarını kendi sahnesinden indirip mutlaka yola (!) çıkmasıydı!


Filmin Künyesi

Adı                  : Central Station (Merkez İstasyonu)
Yapım Yılı       : 1998- Brezilya-Fransa ortak yapım
Yönetmen        : Walter Salles
Oyuncular        : Fernanda Montenegro, Vinicius De Oliveira, Marilia Pera
Müzik               : Antonio Pinto


GECENİN RUHLARI

"Aşk sarıldığında onun geçmişine de sarılmaktır." Yoksa geçmişi bir arada yaşamak değil her zaman.

Bir kadın ve bir erkek…Yeni bir ilişkiye başlar. Birlikte alışverişler yapar, beraber seyahate çıkarlar. Arabada aşk şarkıları dinleyip birbirlerine sarılır, birlikte uyuyup aynı sabahlara kalkarlar. Sorular sorarlar  birbirlerine ; bilmedikleri geçmişlerinin her ayrıntısını öğrenmek istercesine. Planlar yaparlar, gelecek yaşamları ile ilgili, başrollerinde kendilerinin olduğu. Ayrı kaldıkları geceler yatağa uzanıp ellerinde cep telefonu saatlerce konuşmaya devam ederler. 

Bir kadın ve bir erkek…Yeni bir ilişkiye başlar. Kaç yaşındalar acaba?

70 yaş üstü bir kadın ve bir erkek karşımızda; beyaz perdenin ışığı  bir kere daha  aydınlatıyor açmazlarla dolu olan; çünkü  topluma kalın bağlarla bağlı  zihniyetimizi.

Hintli yönetmen Ritesh Batra’nın çektiği bir roman uyarlaması olan  “Our Souls At Niğht” filmi, yıllar sonra iki sanatçıyı tekrar karşımıza çıkarıyor:Jane Fonda ve Robert Redford. Yaşlandıkça sadeleşen ve sadeleştikçe devleşen iki oyuncu ile varoluşumuzun derinlerinde yatan çıplak gerçekliklerimizi buluyoruz.

Amerika’nın Colarado eyaletinde bir kasabada yaşayan Addie ve Louis yıllar önce eşlerini kaybetmiş yalnız yaşayan iki komşudur. Arada sokakta karşılaşınca merhabadan ibaret karşılıklı selamlaşmaları bir gece Addie'nin Louis kapısını çalmasıyla tamamen değişecektir. Yaşlı adam gece yarısı evine gelen bu davetsiz kadının sorusu karşısında çok şaşırır: "biz artık ömrümüzün geri kalanında aynı evde yaşayalım mı?"

Addie'nin  teklifi aslında açıktır: yaşamda unuttuğumuz şeyler ne ise, tekrar hatırlayalım mı?
İnsan kelimesi kök itibariyle Arapça “unutan” demektir. Dünya ile tanışılan ilk anda hemen üzeri örtülen ve böylece çıplaklığı unutturulan insan, tüm yaşamı boyunca girdiği kültürel evrenlerde de doğaya yani doğasına ait olana dair  ne varsa  sistemler tarafından unutturulmaya çalışılacaktır. Oysa “yaşarken unutan ölürken hatırlar” der bir atasözü. Yaşlılık dönemlerinde, çıplaklığın pek de eskisi kadar umursanmaması gibi,  yapay yaratılmış değerlerde anlamını yitirecektir. “Unutan” unutarak, unutturularak kaçırdığı ve ertelediği zamanın  öz bilincine ulaşınca, bambaşka bir yaşamın kapıları açılacaktır. 

Louis ve Addie’nin İlk zamanlar  hissettikleri yabancılık zaman içinde birbirlerini tanıdıkça içten bir yakınlaşmaya dönüşecektir. Her değerin niteliksel basamakları varken tek tek çıkılması gereken, ideal aşkın bundan azade olması mümkün olabilir miydi? Cinselliğin çok uzaklarda kaldığını düşünerek yatakta en çok ihtiyacı oldukları derin sohbetlerle mutlu olan çift, bazılarının sadece bazılarından önce doğduğunu, geriye kalan her ayrımın bir yanılsamayı da beraberinde taşıdığını  arzularına uyarak anlayacaklar ve sevişeceklerdir.

Ve tabi ki kasaba halkı bu ilişkiye karşı çıkacaktır. Dedikodu ve eleştiri okları hemen devreye girer ve bu yaşta kavgayı değil sevdayı paylaşan iki bireyin, vicdan azabı yaratır gibi etrafta evlenmeden el ele gezmelerinden,birlikte aynı evi paylaşmalarından rahatsız olurlar. Ama hiçbir şeyi artık umursamayan Addie ve Louis için bu baskıyı yenmek zor olmayacaktır. Onlar için asıl çatışma konusu  yüzeydeki değil. zihinlerindeki dramdır. Geçmişleri ağır bir yüktü, dönüp yüz yüze gelip hesaplaşamadıkları sürece.

Bir sabah Addie'nin evden uzak yaşayan oğlu çıkar gelir. Kendisini terk eden eşi ile sorunlarını bir türlü çözüme kavuşturamayan bu adam, şimdilerde bakamadığını söyleyerek ona torununu bırakıp gider. İki sevgilinin artık psikolojisini ve eğitimini düşünmek zorunda oldukları bir sorumlulukları da olmuştur. Film bize o andan itibaren sanki zamanında tanışıp çocuk sahibi olsalardı böyle anne baba olurlardıyı imler. Louise'in geçmişinde ise, başka bir kadınla aldatarak terk ettiği hasta eşinin ölümünden duyduğu ve kurtulamadığı manevi azap ve  yetişkin kızı ile bu yüzden yaşadıkları sorunlar vardır. Louise, kızının kendisine duyduğu kini  çözerek ruhsal bütünlüğüne kavuşmak isterken bu defa yanında Addie'nin desteği olacaktır.

Ve yaşam belki belirsizlikler ve çelişkiler içinde ama yine de harika bir zenginlikte yaşanmaya devam edecektir.