30 Ekim 2012

"Saatler"den Geriye Kalan


Zaman zaman başka yerlere gezmeye, eğlenmeye gitmek isteği, herşeyi geride  bırakıp uzaklarda olmak duygusu, belki de her gün gördüğümüz ve hatta görme sırası bile  ideolojiler tarafından belirlenmiş, kurgulanmış  imgeleri getiren  tanıdık "Saatler"e duyduğumuz  tarifsiz  tepkilerden  midir?

 Bizi biz yapan gerçek yaşam değerlerinin ve eylemlerinin  dışında, çoğu öğrenilmiş, başkalarının çıkarları doğrultusunda dizayn edilmiş yapay ihtiyaclarımızın kültürel atmosferinde, bir gün bir an  geldiğinde, artık soluk alıp vermek güçleşirse ne yapacağız? Ayaklarımızın altındaki toprak kaydığında, başımız döndüğünde, bir anda sebepsiz ağlamak ihtiayacı duyduğumuzda, yani o en derinimizdeki öğretilmemiş özümüzle,bilinçdışı figürlerle  karşılaştığımızda, ne olacak? Tarifsiz bilinç, kaderimizi ağırlaştırırsa, artık  gelecek saatlerin anlamsız belirginliği ile  nasıl başedeceğiz?

İnsana ait en temel haykırışların  çözümsüzlüğünde, yine de  yaşamı sevmenin, insanı ise daha zengin bir düşünsellikte yargılayarak ve anlayarak sevmenin başat temsili olan sinema, bu tarifi zor, anlatımı güç duygu ve düşünceleri önümüze getiriyor

.Her nitelikli sinema eseri gibi "Saatler" (The Hours) filmi, varoluşumuza dair o en derinlerde yatan, bizi gerçek özümüzle karşılaştırıp;ama olması gerektiği gibi yanıtlarını da vermeden, yaşamımızın "saatleri" ile  başbaşa bırakarak terk ediyor. Stephan Doldry'in "Saatler" filmi 3 farklı zaman diliminde 3 kadının tek bir gününü, sadece 24 saatini değil, bir ömrü dolduran kişisel saatleri karşısındaki kaygılarını dile getiriyor.

1920'lerde Virginia Wolf'un saatleri , onu vareden  sözcüklerinin altında yetersiz  kalan bir  dünyada yaşamanın getirdiği ruhsal bunalımında anlamını yitirirken, onun eserini okuyan ve Mrs Dolloway karakteri ile özdeşleşen 1950'lerın  kadını Laura'da yaşadığı ve yaşayacağı saatleri anlamlandırmasına yol açacaktır. "Sevilen ve anlaşılan şiir benim için yazılmıştır", diyen şairi haklı çıkarırcasına özdeşleştiği karakter ile, kendisini seven, içkisi kumarı olmayan, savaşta bile onun için hayaller kuran (!)  çocuğunun babası,evinin  erkeğinin  kurguladığı bir dünyada, yani  başkalarının "daha ne istiyorsun", dediği ve kimsenin kendisini anlamayacağı bir cennette (!), boğulmaktadır..Bir sabah kalkacak, kocasının ve iki çocuğunun kahvaltısını son kez hazırlayacak ve evden çıkacaktır,yeni görüntülerin getireceği yeni saatlere doğru..

İnsan kendi yaşamını, kendi saatlerini  eline  aldığında, başkalarının yaşamında yarattığı travmaların çözümsüzlüğü ancak çağın sanatı sinema ile bu kadar yetkin anlatılabilir.Wolf'un saatlerini, Laura eline aldığında 1990'larda yaşayan Clarissa'nın, biraz önce  söylediğimiz durduk yere ağlamalarına kadar uzanan bir ilişkinin tohumlarını attığını nereden bilebilirdi.Wolf, hayat arkadaşı olmasından dolayı daima mutluluk duyduğu kocasına, intihar etmeden kısa süre önce yazdığı mektupta "aramızda yıllar vardı, saatler vardı"derken, yine aynı fark dolayısıyla eşinden ayrılan Laura, küçük yaşta terk ettiği oğlunun yıllar sonra intihar etmesinin ardından  geldiği evde oğlunun arkadaşı Clarissa'ya: "şu anda pişman olduğumu söylemenin bir anlamı yok.Kimsenin beni anlayacağını sanmıyorum; ama bir yanda ölüm vardı, ben yaşamayı seçtim",der.Woolf, eşi için intiharı hep ertelemiştir, Laura'nın terk ettiği zaman diliminde kalan AIDS hastası oğlu da intihar etmeden önce Clarissa'ya :"senin için yaşıyorum, ölürsem bana kızar mısın, lütfen izin ver gideyim" derken, gelecek saatlerin anlamsızlığında başkaları için feda edilen yaşamlar kadar, başkaları için geçirilen saatlerin çıkışsızlığı tüm çıplaklığı ile görünür.Karakterlere kusur bulmak, onları farklı zamanlarda farklılaşan değer yargılarımıza göre değerlendirmek mümkündür. Yaşantımızdan yola çıkarak, bu sabırsız, bencil, kendi yaşamlarını merkeze alan, kendi ışıklarında yaşamak için yola çıkan karaketerlere hak vermek kolay mı?

Oysa gerçek çok daha derinlerdedir: Woolf , Londra'dan gelen ablasına: " senin gibi olabilecek miyim"diyerek yalvaran gözlerle bakarken, Laura'da  tek derdi çocuğu olmaması olan  kapı komşusuna, onun gibi olabilmek, toplumun değerlerine göre yaşayabilmek için, sessiz yardım çığlıkları atacaktır; ama nafile.Yaşlı Laura, oğlunun ölümünden sonra geldiği evde Clarissa'ya:  "kızı ile birlikte yaşadığı için ona ne kadar imrendiğini", söylerken, izleyici anlar ki, o gene olsa gene gidecektir. Bazı insanlar uzaklara mı aittir? "Saatler" filmi yanıt vermekten kaçınıyor.Zaten tek anlam gönderdiği izleyicisinin yaşantısında, hangi zamanda, hangi coğrafyada izlenirse izlesin farklılaşan, zenginleşecek deneyimi bu şekilde sağlıyor. 3 kadının sabahın aynı saatlerinde göz kapaklarının aralığında ilk gördükleri  görüntüler ile gecenin  son saatlerinde göz kapakları kapanırken ki son gördükleri  görüntülerin metonomik algısıdır bizi düşündüren.Bu iki zaman  dilimi arasındaki saatlerde görünenlerin ne kadar farklı olduğu değil, belki de gerçek mesele;saatlerle gelecek olan görüntülerin ne kadar farklı anlam çağrışımları oluşturarak yaşantımızı zenginleştirdiği..

"Saatler " filmi 3 farklı zaman ve 3 farklı uzamdaki kadının saatlerini anlatıyor.Ve 4.kişi olarak, göz pınarlarımızı zorlayarak tamamladığımız  filmden geriye, geçeni ve gelecek olanı  sorgulamamızı sağlayan,kimseye tam olarak anlatamayacağımız, kişisel saatlerimiz kalıyor..

Geçmiş, bellekde yerini alırken, şimdi geçmiş, gelecek ise şimdi oluyor...
Geriye "saatler" kalıyor..






20 Ekim 2012

Bütün Renkler Kirlenmeli mi?..


Küçük bir çocukken başladı  bu hikaye..Kocaman bir dünyamız  ve o dünyada gerçekleşmesini istediğimiz düşler vardı.Evrensel bilinç dışı modellerimizdi arzular:annemizi sevmek "ego ideali", annemiz  tarafından sevilmek "ideal ego"muzdu. Birazcık büyüdük, mahalledeki gizli sevdamızı görmek, büyükler tarafından  takdir edilmek, oyunda kazanmak  gibi gerçeklikten az biraz  bağımsız düşlerimizle,  henüz büyüklerin yönlendirilmiş kurgularının içine  dahil olmamıştık..

Masumduk kendi değerler sistemimizde, haksızlık yaptığımızda birine hemen kendimizi ele verirdik; savunma mekanizmalarımızın yalancı maskelerini henüz takmamış, daha nasıl takacağımızı bile öğrenememiştik.Tertemiz kalmak duygusu, düşüncelerimiz tarafından kirlenmemişti.Rol modellerimiz, kahramanlarımız hep beyazdı.Babalarımız annelerimiz, resimli roman kahramanlarımız,tarihten liderlerimiz, sinemada jönlerimiz hep ikonlarımızdı.Biz onlara benzemeye çalıştıkça arzularımız da gerçekleşecekti.Neden olmasın, çok içimizdelerdi..
  
Sonra yaşla beraber, eğitimle beraber bir şeyler değişmeye başladı.Arzular arketiplikten sıyrılıp yönlendirilmiş isteklere dönüşerek bilince yükseldikçe, artık önümüzde bambaşka bir gerçekliğin temsili vardı.Bir yanda beyaz kalmanın insana yakışır erdemi, diğer yanda gerçekliğin yaratılmış temsilinde sahnede başrolü kapmak için siyah olmayı da başarabilmek.Başarı gri'de değil, beyaz ile siyah'ı nerede oynayacağımızı bilmekteydi belki de.

Ve artık sorun  başarmak değil, başarının ne olduğuydu.Ve asıl sorun: masum kalarak  ne kadar başarıya ulaşılacağıydı. Savaş başlamış, biz büyümüş, dünyalarımız küçülmüştü.

Yine yaşamımızın görünen gerçekliğinin  ardındaki katmanlara sızarak ve yanıtını vermediği sorular sorarak bizi kendimizle başbaşa bırakan bir film var karşımızda:"Siyah Kuğu."

Beyaz kalarak bu hayatı başarmak, kusursuzluğu  yaratmak mümkün değil mi ? Değilse beyaz olmak için kendimizi inandırdığımız, bize öğretilen ruhumuzun olumlu yüklerini bir kalemde silebilmek, kendimizdeki beyazı yok edebilmek mümkün mü?

Siyah olanın da kusursuzluğa ulaşması mümkün değilse, hem siyahı hem de beyazı aynı bilinçte yaratabilmek mümkün mü?

Arzularını kuralsız ve bir parça kontrolsüz yaşamak neden yanlış / siyah olsun? Erkek egemen dünyada düşündüğü gibi yaşayan kadın neden sisteme yönelik en büyük tehlikelerden biri olsun?

Çevremizde katagorize ettiğimiz, verili değerlerle yönlendirildiğimiz dost düşman sabiteleri ne kadar gerçek? Dost düşman bilmeceleri ile kaplı  yaşantımızı sürdürürken, dostun ellerini açması ile yaşam sahnesinde yere yuvarlanmamız, o sahneye çıkmadan önce düşmanın selamını, desteğini  almamız mümkün değil mi?

Yaşam mücadelesi, hayat gailesi diyerek  çabalarken,  ideallerimize ulaşmak ve  kusursuz olmak için  sürekli kendimize zarar veren bizler, asıl faili görmeyerek, bu zararın bize başkaları tarafından yapıldığına  neden bu kadar inandırdık kendimizi?

Beyaz çocuğumuzu, beyaz kalmasını öğütleyerek  hayatın içine sokmaya çabalamak, onun bizim bitirdiğimiz yerden başlayacağını düşünmeden, başladığımız ve bitirdiğimiz noktaların aynı olmasını istemek, sonuçta telafisi olmayan bir trajedi mi?

Hayatını pembelerle geçiren birinin siyaha ulaşması için o pembelikleri ortadan kaldırması ile her şey bir anda değişebilir mİ? Başarıya ulaştığı düşünülen  bir  insan, bir hastane odasında terk edilmişliği yaşarken kolu kanadı kırık bir halde gene pembe yataklara dönüyorsa , döndürülüyorsa bunca çabaya değer mi?

Neden bunca çaba ? İ.Bergman'ın şaheseri " Güz Sonatı"nda hayatını konserler vererek ailesinden uzakta geçiren piyanistin, yıllar sonra ihmal ettiği kızı ile bir gece  yaptığı vicdan muhasebesi gibi, T.Angelopoulos'un   baş yapıtı " Sonsuzluk ve Bir Gün" de son günlerini yaşayan, kendini sanatına adamış yazarın, kaçırdığı anları düşünerek yaşamını içsel sıkıntılarla temize çekmesi gibi ve yine İ.Bergman'ın Yaban Çilekleri" filminde meslekteki 50.yıl onuruna verilen plaketi almak için yola çıkan Profesörün, bu defa akademik çalışmalar için adadığı yaşamını film şeridi gibi gözünün önünden geçirirken duyduğu tarifsiz acılar gibi...

Neden sürekli kendimizi feda edecek ve ederken de kaçınılmaz şekilde  başkaları tarafından  aşağılanmaya maruz bırakacak yaşantı deneyimlerine giriyoruz ? Kendimiz olarak bu ömrü tamamlamak neden yetmiyor? Neden illa ki ilişkilerimizde algıladığımız ve inandığımız kusursuzluğa  ulaşmak  mücadelesi? Günden güne kendimizi yok ederek ulaşılacak kusursuzluk, sonuçta sahne/yaşam  ışıkları üzerimizde sönerken sadece bir yanılsama mı?

Yaşam  sahnesinin perdesi  üzerimize temelli olarak  kapanırken,  alkışlarla yanımıza gelen  kişilerin sizden sonra gelecek kusursuzu,"hayat başkaları ile devam edecek", daha siz yok olmadan yaratacaklarını, "küçük prensesim", biliyor olsanız da   yine de kusursuzluğu bir an dahi olsa hissetmek, o alkışları son saniyelerde olsa dahi duymak, yaşanan her şeye değer mi?

Olsun yine de "normal bir yaşam kadar anormal bir yaşam" yoksa, A.Altan'ın dediği gibi,
"masumların sadece mezar taşları, günahkarların  (!) ansiklopedilerde  yerleri" olacaksa , çabalamaya değmez mi?

"Siyah Kuğu" filmi projeksiyon makinesinde bitti? Bütün bu soruların görüntüsü temel anlam olarak ekranda, yan anlamını da yaratacak şekilde aktı.  Sinema işlevini yerine getirdi ve bende hiç bir zaman yanıtlayamayacağım; ama yaşamım boyunca  sorgulayacağım soruları kaldı...

Beklentilerimizi  asla karşılamaya  yetmeyecek bu hayata,  kendimiz ve başkaları için kusursuz olmak, başarılı olmak adına yüklediğimiz  anlamlar, ona  yapılan en büyük haksızlık belki de...

Ama yine de bu sahnede perde üzerimize inerken, Siyah Kuğu'yla Beyaz Kuğu'yu aynı anda  oynayabilmiş, denemiş karakterin alkış seslerini duyarken, "hissettim" demesi, seçilmiş yalnızlıkların, seçilmiş yaşantıların en anlamlı ifadesi değil mi ?..

Darren  Aronofsky'in 2011 yapımı "Siyah Kuğu" filmi , gazeteci - yazar Ece Temelkuran'ın "bir erkek yönetmen böyle bir kadın filmi nasıl çeker?", sorusunun ve gene aynı yazısında filmden anladığı içeriğin çok dışında, cinsiyet ayrımı kodlamalarının yakınına bile uğramayan bir film. Ayrıca, karşımızdaki eser, ne "Sinema" dergisinin dediği gibi: "dehşetin balesi", ne internet sitelerinde yazdığı gibi:"gerilim türü" ve ne de Marksist bir akademisyenin sitelerde  gezen eleştirisinde belirttiği gibi "burjuva ahlakının temsili"..
Sinemanın dahileri, az çok görebilen zihinler için ,"yaşamın yanıtsız soruları"nı sormaya devam ediyor..