30 Aralık 2017

MERKEZ İSTASYONU




İnsanların  yaşadıkları zamana ve mekana bağlı kalmaksızın ruhlarında ortak bir tinsel duygu olduğu görüşünü ortaya koyarak,  “ biyoloji yazgıdır”,  diyen  S.Freud ile  “dil yazgıdır”, diyen F.Lacan’ın görüşleri için farklı bir çıkış noktası sunan Carl Jung, kolektif paylaşılan  bilinçdışının bu  alanına “arketip” adını verir.

Temel düşünce olan arketipler, aynı zamanda insanlığı ortak bir evrensel barış  ülküsü içinde birleştirecek felsefi düşüncenin de kaynaklarındandır. Herkes sevmek ve sevilmek ister; evladını, atasını sever, başarmak ister. Herkes statü sahibi olmayı arzular, rekabet eder, mutlu olmak ister… Herkes kozmolojik evren açıklanmasına ihtiyaç duyar, metafizik dünyanın aşkınlığını deneyimlemek ister..

Ve her insan yola çıkmak, değişmek ister. Bütünselliğe ulaşmak arzusu, yolculukların sadece fiziksel bir yer değiştirme ile sona ermemesini sağlar; yola çıkan, yolun sonunda aynı kişi  değildir.
Sinema sanatı, insanın değişimini yolculuk arketipi teması aracılığında ele alarak izleyicinin bilincine sunan en yetkin sanat dalıdır. Her başarılı film aynı zamanda, filmsel zaman içinde ve ele aldığı temanın sınırlarında, ana karakterin çıktığı yaşam yolculuğunda ömrünü nasıl yaşadığı ve nasıl  yaşaması  gerektiği ile alakalıdır.

Yönetmen Walter Salles’in  1998 yılında kendi romanından uyarlayarak senaryosunu yazıp çektiği “Merkez İstasyonu” filmi, bu bağlamda bir yolculuk filmidir. Çekildiği yıl ulusal ve uluslararası birçok  festivalden ödüllerle dönen film, özellikle başrolde olan Fernanda Montenegro’nun güçlü oyunculuğu ile de adından hayli söz ettirmeyi başarmıştır.

Bayan Nora, Rio de Janerio’da bulunan Merkez istasyon’undan gelip-geçen kişilerin mektuplarını yazarak geçinmeye çalışan emekli bir öğretmendir. Ancak okuma yazma bilmeyen vatandaşların uzaklardaki yakınlarına yazdıkları saflık ve içtenlikle örülü mesajları; onlarla özdeşleşmeyi baştan reddeden huysuz Nora’nın sansürüne takılır ve çoğu mektup ya çöpe gider ya da bir süre sonra gönderilip gönderilmemesine karar verilmek üzere çekmeceye konur; tıpkı devamlı müşterilerinden olan Josue ve annesinin mektupları gibi.Genç kadının sarhoş bir adama yazdığı “oğlunla görüşmelisin”  şeklinde özetlenebilecek isteği; Nora’nın geçmişinden gelen değerleri sebebiyle karşı tarafa ulaşamayacaktır.

Olaylar Josue’nun annesini istasyondan çıkarken otobüsün altında kaybetmesi ile farklı bir yöne kayar. Nora’nın uzaktan gördüğü bu kaza onun için sıradan bir ölüm olayıdır. İstasyonda tek başına yaşamaya başlayan Josue ile sürekli karşılaşan Nora, bir ara onun üzerinden maddi bir çıkar sağlamak da ister; ancak hatasını anlayarak onu organ tacirlerinin elinden son anda kurtarır.  Bunun üzerine bir parça Josue’nun şiddetli tepkisi nedeniyle gelen utanma duygusu ile ve çokça da organ mafyasından bir süre uzaklaşmak için Josue’yu babası ile görüştürmek üzere yola çıkar.
“Yolculuk”.. İlyeda destanında kolektif arzular peşinde türdeş bir toplumun geleneksel değerlerini pekiştirmek amacıyla kötü tanrıları / düşmanları yenmek için çıkılan yolculuk, hemen ardından gelen Odysseia destanında Ulysses’in yazgısını kendi eline alması ve tüm eylemlerinin sonuçlarını kendi iradesinin sonucu olarak yaşamasına dönüşerek bireysel büyük bir kırılma yaratır. Yaratılan mitler, Tanrılar ile insanlar arasında olduğu kadar insanlar arasındaki hiyerarşik eşitsizliği de meşrulaştıran ve ölümden sonraki yaşamda var olduğuna inanılan cezalandırma tehdidi ile de yaşamı düzenleyen anlatılardı.
Modern zamanların çağdaş mitleri de işlevsel olarak temelde egemenlerin aynı amaçlarına hizmet etmekle beraber, benliğin merkezini teşkil eden kahraman,  zamanla değişen toplumsal düzenlere uyum sağlarcasına değişim de yaşayacaktır. Artık yolculuk miti kader değil, bir dramın tüm öğelerini barındıran bir keşfe dönüşecektir.

İyi bir hikayenin tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi değişim basamakları vardır; Nora yolculuk boyunca sanki küçük Josue’nun gözünde dünyayı yeniden görmeye başlarken, bilincin farkındalık basamaklarını tek tek aşar. Parasız ve aç kalınca ilk kez hırsızlık yapar; fakat yakalanır. Nora’nın yola çıkmadan önce hırsızlık yapanlara karşı olan nötr ve hatta acımasız yargıları yavaşça değişir. O ana kadar tanımadan insanları sadece eylemleri ile yargılamış, analitik çözümleme yapmayan metafizik akıl yürütmelerle sonuçlarla flört etmiştir! Ve yine yıllar sonra ilk kez sevmeyi dener; aynaya bakar, ruj sürer; ancak kendilerini aracına alan ve ben yollarla evliyim diyen sürücü, onun bu ilgisine karşılık arkasına bakmadan kaçacaktır. Ama artık ne önemi vardı; kazanmak veya kaybetmek değildi mesele; Nora bir kez   yola çıkmıştı. Josue’un kim olduğunu soran yabancıya “ o benim arkadaşım” der; birlikte iken sık sık Josue’ya sarılır, onu anne şefkati ile öper. Toplu dini ayin yapılan kasabada, eskiden olduğu gibi mektup yazar ve birlikte para kazanırlar; ancak bu defa mektupları postaneye götürür ve atar. Filmin önemli kırılma noktalarından birini karakterin bu eylemiyle gelen değişimle görürüz. Artık Nora, tanımadan haklarında ahkam kestiği, dertlerine duyarsız kaldığı insanlara daha farklı bir gözle bakmaya başlamış; onlarla empati kumuştur.

 “Yolculuk filmlerinin temel izleklerinden olan ve geçmişten gelen süreleri bellekte tutmaya yarayan araçlar (mektuplar-kasetler- filmler-fotoğraflar vs) aynı zamanda sembolik bir anlam yaratıcı öğe olarak iletişimin sürekliliğini sağlar.”(Asuman Suner)

 Nora’nın çantasında taşıdığı ve içinde Josue ile anne babasının fotoğrafları da olan mektup da finalde yolculuğunu tamamlayarak ait olduğu yere yerleşecektir.
Ancak tüm bu yaşananlar Nora’nın yaşama farklı bakan gözlerini, düşünce dünyasının açmazlarını bir noktaya kadar olumlu etki eder; onun gerçek anlamda özgürleşmesi, mutsuzluğunu yenmesi, çocukluğunda takılı kaldığı sarhoş babasına duyduğu nefreti aşması ile mümkün olacaktır. Finalde Josue’nun babasının evinde gördüklerinden sonra, dönüş yolunda otobüste akan gözyaşları,  ruhunun tüm peşin yargılı yüklerini de akıtıp temizleyecektir.

Sinemada yolculuk, yüzeysel ve zihinsel bir alt metin olarak daima varlığını sürdürür. Mültimilyarlık Hollywood yapımlarında; misal Gladyatör’de (Ridley Scott), Cesur Yürek’te (Mel Gibson), Benjamin Buton’un Hikayesi’nde (David Fincher), Thelma Louıse’de (Ridley Scott) vb olduğu gibi, ana karakterin kimi zaman dışarıya doğru (yeni bir ev, yeni bir yaşam) ve kimi zaman  içeriye doğru  yaptığı (eve dönüş) yolculuklarının yanında, daha minimal koşullarda aksiyonu sınırlı olarak  çekilen ve genelde yine ana karakterin arayış amacıyla çıktığı evsizlik-yurtsuzluk temalarını da  barındıran filmler de, misal Yaban Çilekleri’nde (İngmar Bergman), Güneşe Yolculuk’ta (Yeşim Ustaoğlu), Yol’da (Yılmaz Güney), Ulysses’in Bakışı’nda (Teo Angelopoulos), Sorun yaratan Adam’da (Jens Lien), Hayallerin peşinde’de (Sam Mandes) Hasattan  sonra’da (Wladly Psikowski) yolculuk boyunca yaşananlar, bilinçdışımızdan bilince yükselerek bizi bize gösteren olgulardır.

Ancak “asıl drama yüzeyde değil, zihinde olandı” ve aksiyondan uzak içsel dramatik olay örgüsü ile “Merkez İstasyonu”nun yarattığı imgelerin ışığı perdede sönerken, bize filmden kalan düşünce, belki de, İnsanın adına yaşam denilen kendi filminde başrolü oynaması için, başkalarını kendi sahnesinden indirip mutlaka yola (!) çıkmasıydı!


Filmin Künyesi

Adı                  : Central Station (Merkez İstasyonu)
Yapım Yılı       : 1998- Brezilya-Fransa ortak yapım
Yönetmen        : Walter Salles
Oyuncular        : Fernanda Montenegro, Vinicius De Oliveira, Marilia Pera
Müzik               : Antonio Pinto


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder