Cin, yüzlerce yıllık esaretini, içinde hapsolduğu şişenin tıpasını açarak son veren adama dile gelir: "3 dileğini gerçekleştireceğim, 3 soru sor bana, yaşamın değişsin baştan başa."
Adam heyecanlanır:"Sayısal Lotonun rakamları mı?At yarışlarının sonuçları mı,yoksa toto'nun maçları mı?"
Karar veremez o an ve sorar Cin'e: "bu gece düşünüp yarın sorabilir miyim?" diye.
Cin: "tabi ki" der "ama 1.soru hakkın gitti bu arada."
Adam isyan eder: "bu sorudan sayılır mı?"
"Sayılır" der Cin ve ekler:"2.hakkın da gitti." .
Adam yalvaran gözlerle bakar Cin'e : "ama böyle şey olur mu?"
"Olur" der cin "3.soruna da yanıt verdim,hadi bana eyvallah."
Kaybolur Cin, arkasında hayatının fırsatını kaçıran adamın şaşkın ve çaresiz bakışları altında.
Felsefi bir tartışma konusudur aynı zamanda fıkranın kastetiği :yanıtını vereceklerini bilsek neyi öğrenmek isterdik acaba? Başka alemler var mı bu evrende? İnsan ilk nasıl oluştu? Ölümden sonra yaşam var mı? Mutlak gerçeğe ulaşılabilinir mi? Çocuğum gelecekte mutlu olacak mı? Kıyamet biz yaşarken kopacak mı?
Hızla akıp giden günlerimiz artık büyüklerin bize "yaşlanınca siz de anlayacaksınız,yaşam bir gün gibi geçecek" sözünü, çok daha önce algılamamızı sağladı. Biz her yönden saldırdıkça yaşama, günler sanki daha çok kısalıyor.Durup aniden günün herhangi bir saatinde, ruhlarımızın bedenimizin hızına yetişmesini sağlayıp varoluşumuzun o tarifi imkansız, yanıtı imkansız sorularını gönderiyoruz cini olmayan boşluğa:Ben kimim? Hayatın bir anlamı var mı, beni aşan? Çevremdeki görüntüler yanılsama mı, benim okumalarım dışında hiç bir anlamı olmayan?
Sınırlı yetilerimizin yanıtını bulamadığı ve belki de ne yaparsak yapalım bulamayacağı soruları bırakıp devam etmek gerekirken ideolojilerin tasarladığı koşturmacaya, biz ontolojik açlık denilen o kahredici duyguyla sarılıyoruz felsefeye ve içinde felsefeyi de barındıran sanata.
Görünenin ardında yatan asıl gerçekliğe ulaştıramasa da, o gerçekliğe dair sorular sormamızı sağlayarak tinsel dünyamızı zenginleştiren sanata.
Hiçbir yerde maddi getiri olarak bize dönmeyecek olan; ama içimizde kupkuru kaldıkça bizi çürüten manevi dünyamızı sulayarak yeşertmek için gerekli olan sanata.
İngmar Bergman'ın sinemasal cini bize sorular sorduruyor ve biz hep onun yanıtları, o açık uçlu sonlu filmlerinde, sinsi bir gülüşle sakladığını düşünüyoruz Oysa Bergman, varoluşun gizemi ile bizi karşılaştırırken, son görüntü ile birlikte kendi yalnızlığına ortak ediyor sadece.Anlıyoruz ki, yanıtını bilseydi asla çekmeyeceği filmlerinde,yarattığı karakterlerinin belirsiz, tanımlanamayan dünyalarına müttefikler arıyor, perdenin ışığında..Ve onunla beraber girdiğimiz bu çileli 90 dakikalık yolculukta, gönderdiği okla yaralı düşüncelerimiz, her izleyenin artık kendi kişisel evreninde yanıtını bulmayı bekliyor.
Güz Sonatı..
Perdedeki imgeler başka hiçbir yönetmen tarafından bir araya getirilemeyecek şekilde kurulur.Film,merkezinde insan olan ve insana bağlı değerlerin ona bakan her gözde farklı bir anlamla değerlendirileceğini söyleyen o yüce düşüncenin ışığında, ele aldığı tema hakkında yanıtı bize bırakarak bitiyor.
"Güz Sonatı" bir sinema dersi aynı zamanda.Senaryosu kadar başarısını yakın çekimlerin yarattığı göstergelerle kanıtlayan Bergman, görüntü dili ile sinemanın gelmesi gereken yeri hissettiriyor daima.
İ. Bergman filmlerinde "7.Sanat Sinema", diğer 6 sanatı içeriğine, biçimine almakla kalmıyor, A.Tarkovski'nin dediği gibi "o sanatlar kendi kurallarını da dışarıda bırakıp, sinemanın doğasına karışıyor." Hiçbir sanat, içine girdiği Bergman filminde sinemadan bağımsız değil.Orada dinlediğimiz müzik değil, duyduğumuz edebiyat, gördüğümüz resim, mimari, dans, tiyatro değil, onların sinemasallaşmış hali...Sinemaya hakim bir dehanın ulaştığı son nokta.
"Güz Sonatı"ndan unutulmaz bir sahne: Piyanist olarak verdiği konserler sebebiyle yıllar önce terk ettiği kızının evine dönen bir anne.Kızının piyanoda çaldığı Chopin'in prelüd'ünü yetersiz bulur.Ve ona bestekarın bu prelüdünün nasıl kavranması gerektiğini önce sözle sonra çalarak gösterir.Sahnede devleşen Liv Ulman ile İngrıd Bergman,sinema sanatında ulaşılan en güzel dili konuşurlar.Sahne tamamen alt metinle yüklüdür.Yani filmi o ana kadar izlediğimizde anlıyoruz ki o sahne, sahnede konuşulan ve görünen hiçbir şeyle ilgili değildir.Sahnenin ana fikri ne çalınan parça, ne de nasıl çalınması gerektiğine dair sözlerdir..Çalınan müzik de kendi önermesini dışarıda bırakır.Liv Ulman annesini izlerken tüm duyguları sadece gözleriyle oynar: Nefret, aşk, hayranlık, acizlik, duygusuzluk, yabancılaşma..Hepsi hepsi o anneye duyulan hislerdir.
Anne:"Önce parçayı kavrayalım.Chopin duygusaldır;ama asla aşırı değil.Duygu,duygusallık demek değildir...Bu prelüd acılardan bahsediyor...Sakin,açık, sert olmalısın...Acısı vardır, ama onu göstermez...Kısa bir rahatlama, sonra kaybolur ve aynı acı kalır...Chopin gururluydu, ihtiraslı...Bu prelüd kötü çalınmalı, kulağa kötü gelmeli...Onunla mücadele edip zafere kavuşmalısın" gibi sözlerden sonra parçayı çalar.
Sözler o an müzik için, bestekarı için söylenirken, biz aslında her diyoloğun işlevsel olarak filmin ana teması için orada yer aldığını biliriz.Kendi ışığında yaşayan anne, sözcüklerin arkasına saklanarak gene kendini ifade ediyor.
Ve tıpkı bu müzik gibi diğer sahnelerdeki diyalogların edebi gücü; ama edebiyat asla değil:
" Kişi nasıl yaşanması gerektiğini öğrenmeli...Ben hergün çalışıyorum.En büyük engelim kim olduğumu bilememek.Birisi beni olduğum gibi severse, sonunda belki kendime bakmaya cesaret edebilirim."
"Anne, kendi içine kapanıp her zaman kendi ışığında yaşıyorsun!"
"Kendin nasıl incindiysen hayatta beni de incitmeyi başardın"
"Hassas ve duyarlı olan ne varsa saldırdın.Küçük kırılgan sevgi doluydum,tamamen merhametine sığınmıştım."
"Senin gibi insanlar bir tehdittir."
"Bir anne ve kızı:duyguların, karışıklığın ve yıkımın ne korkunç bir kombinasyonu!"
"Sevgi ve ilgi adına herşey yapılabilir ve mübahtır!"
"Annenin acıları kızına da geçmelidir.Annenin mutsuzluğu kızının mutsuzluğu olmaldır, sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi."
"Gerçekten öyle mi anne: kızının felaketi annenin saklı zaferi midir?"
"Anne, benim kederim senin saklı zevkin mi?"
Filmin tamamı izlendiğinde görülecek ki,Bergman yarattığı karakterlerin hiçbirinin tarafını tutmuyor.Sadece sorular sorduyor.
Bize kalan "Bergman Cini" gittikten sonra, o soruların yanıtlarını kendi dünyamızda aramak..
"Güz Sonatı" bittikten sonra doğmuş ya da doğacak çocuklarımızı düşünmek..
"Güz Sonatı" bittikten sonra annemizi - babamızı düşünmek..
Ama Bergman gibi, taraf tutmadan..
Not: "Güz Sonatı" filmi "Sinegöz" sitesinden alt yazılı olarak izlenebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder