29 Nisan 2012
90-60-90 Modellerimiz Var !
Düşüncelerimiz ile özdeşleşmiş yaşantılarımızda, yabancılaşmanın bedenimizle ile birlikte başlaması ne hazin bir trajedidir. Kendime verilmiş olanım; ama bedenimle beraber başlayan dış dünya bana o kadar uzak ki.. Ben "kendimi bilenim", dediğim anda, tarafımdan çözülmeyi bekleyen bir sorular yumağı içinde olduğumun bilincinde olmakla başlar, varoluşsal mutsuzluklarımız ve belki de gerçek anlamda mutluluklarımız..
"Kendisiyle özdeş bir özne yanılsaması"nı ortaya ilk atan S.Freud'dan bu yana, evrensel olmasa da, 200 yıl öncesi doğumuna başlangıç olarak onaylanan, modern (!) bireyin rahatsızlıklarının adı konmuş, yanılsama içinde olmayı "huzur" sayanların bir kısmı da özellikle yaşamlarının son dönemeçlerinde düştükleri anlamsızlık girdabında psikiyatristlerin kapısını çalmışlardı.Yanılsamayı inkar edip, ilahi bir varlığın kaderini belirlediğine inanan, adaletin, devletin, yasaların ve tüm kurumların daima varolup, aynı şekilde ve sonuçta aynı içerikte olduğunu düşünen, onların tarihsel olmadığını, ebedi olduğunu kabul etmenin derin huzuru ile yazgısını başka ellere teslim eden, bu düşünce sebebi ile de hiçbir yardıma ihtiyacı olmadığı için "kapı çalmayanlar", daima çoğunlukta kalmıştır.Tabi ki içinde bulundukları ideolojiler tarafından, yine egemen ideolojiye yaptıkları bu büyük onaylama fedakarlığı karşısında, zihin sağlıkları düşünülmüş ve her türlü manipule edici semboller/değerler kurgulanarak hayatlarına inandıkları değerler ile çelişmeden/çatışmadan devam etmeleri sağlanmıştır.. Haklılardı çoğunluklar, ne kolaydı verili değerlerin yanıtlanmış sorularında yaşamı idame ettirmek."Onlar"ın istediği soruları sorarak, "Onlar"ın istediği çözümleri bularak tüm bir yaşamı korunaklı limanlarda demirleyerek geçirmek ne kolaydı..
Bizden önce yaratılan değerler vardı, oysa asıl önemlisi bu değerleri sorgulayarak içselleştirmek kadar, Pavase'nin dediği gibi:"aynı sabahlara uyanmamak" için yeniden yaratılması gereken değerler de olmalıydı. Evrende gördüğümüz herşeyle ilişki içinde olarak yaşamı sürdürüyorduk. O şeyler bizim dışımızda, yabancıydılar. Önemsenmek, önemsemek yaşamsaldı. Değerlerin insan tarafından yaratılmış doğal, tarihsel olduğunu ve ebedi olmadığını da biliyorduk. Biliyorduk:"Evren maddeydi,madde hareketli ve bilinci değiştirendi." Göstergeler başka göstergelerin dolayımından geçerek değer oluşturuyordu ve yabancılaşmanın nihilizme varma noktasından yaratıcı bir yaşama geçiş; ancak ve ancak ideolojilerce belirlenmiş sosyolojik koşulların izin vermesi ile ve bizim o koşullara olan değiştirme gücümüzle ilşkiliydi.Yani Marks gerçekse ve hala aşılamayan felsefe ise, bilincimizi olumlu anlamda insani değerlerle, yaratıcı ilişkiler için doldurabilmemiz, somut maddelerle olan karşılaşmamızın niteliği ile mümkün olabilecekti..Ya da karanlık çıkar grupları tarafından yaratılan sembollerin bizi şekilendirip insanlıktan uzaklaştırmasına devam edecektik..
Benim tarihim, benim kahramanım, benim milletim,dinim, ailem, işim, ahlakım, hayatım, diyerek oluşturulan ve "ötekiler cehennemdir" anlayışına varan "yetkeci kişilik", özünü tarihsel safsatalar ve kahramanlık hikayeleri ile oluşturup, kendisiyle özdeş bir özne yanılsamasıyla, düşünce olarak kendisi gibi yaşayan her insanın kendisine verili olarak kendini bildiğini ve tüm hayata dair tasarımlarını kendi hazır bulduğu koşullarıyla değerlendirdiğini unutur.Başka dinlere, milletlere, etnik kökenlere, ahlaklara, sembollere, yaşamlara saldırırken, onlar hakkında değerlendirmeler yaparken, girdiği cemaat kültürünün içinde, zekasında yapay olarak oluşturulan ideolojileri çıkarları için savunduğunu bile algılamaktan uzaktır.Kendisi kahramanken, karşı taraf düşmandır.Oysa kendisini kahraman gören karşı taraf için düşman olduğunu bile aklına getiremez.Tarih ona anlatılan gibidir, tüm anlı şanlı savaşların tek sebebinin ekonomik çıkar mücadeleleri olduğunu bilmeden,belletilenleri tekrarlar..Bilmez " Savaş Bitti mi " isimli romanın neden dünyada kapitalist olsun, sosyalist olsun, adı hangi izm olursa olsun, tüm ülkelerde, tüm rejimlerde yasaklanan tek roman olduğunu.Savaştan dönen, kollları,bacakları kopmuş sadece kafası ve yaşamaya yetecek kadar bedeni olan askerin," herşeyden vazgeçerim, izin verin sadece yaşamak istiyorum" sözünün ışığında tematik olarak oluşturulan eserin, tüm egemenlerin çıkarlarına aykırı olduğu için yasaklanması , onun edebi olup olmadığını değil ama belki de ne kadar doğru bir eser olduğunun en büyük kanıtıdır.Bu kitabı yakmayacak kaç insan kaldı bu dünyada?
Peki ama istemeden düştüğümüz bu yaşam yolculuğunda kimler yol arkadaşımız olacaktı? Tek başına dayanıksızdık,"yalnızlık çizse de kaderimizi", şairin dediği gibi, biz toplumsal bir varlıktık ve en acı gerçek de; ancak başkaları ile birlikte oluşan kişiliktik. T.Adarno'nun dediği gibi " bozuk düzende doğru hayatlar yaşanmaz" ise, ne kadar nitelikli olsalar da yaşam gailesi içinde çaresiz kimi zaman kaybolan, görüşemediğimiz yakınlarımız, dostlarımız hayatı anlamlandırmakta her zaman ne kadar yardımcı olabilirler bize? Peki değerlerin taşıyıcısı değil, eskileri özümseyip kültürüne katmış ve yeni başlayan zamanlar için yeni değerler yaratan kişileri nerede bulacağız, nasıl tanışacağız ? Bulsak dahi, ya düşüncelerimizi ya da duygularımızı etkilemeleri dışında, sanatın doğası gereği aynı anda hem duygu hem de düşünce sarmalı içinde bizi harekete geçirmeleri mümkün mü? Yaşamın bir yerinde bir odada yalnız kalacağımız saatleri arttırıp, bedel ödeyerek eşik atlarken, o sıçrayışı bize kim ya da kimler sağlayacak?..Yaşamımızı yeniden değerlendirmemizi, güçlükler karşısında inandığımız ilkeleri korumamızı,savaşımımızın haklılığını, insanı temel alıp, ona bağlı değerleri insandan üstün görmememizi, kim sağlayacak ? Işık nereden, kimden gelecek, eksiğini hissedene.. Rol modellerimiz kim olacak?
"Yaşam sanatı takip etmeli,sanatın yaşamı takip ettiğinden çok."
Sanatçılar değişmeyen dünyamızı değişen zamanlara adapte etmek için yol arkadaşlarımızdır . Onların modelliğinde farkında olmadan sözlerimiz değişir, tavırlarımız, duruşumuz değişir. Bedenimizi tanımak, içsel çatışmalarımızı tanımakla başlar onların yaşantımızda modelliği. Çevremizi onlarla algılarız, onlarla görünen gerçeğin arkasında bizden saklanan asıl gerçeğe ulaşırız Küçük bir masalda, çizgi romanlarda yaşarlar. Romanlarda, öykülerde, tiyatroda, sinemalarda karşımıza çıkarlar. Oradadırlar, kimseyi haksızlık yapmazlar, kimseyi incitmez, arkadan vurmazlar. Duruşları vardır, yaşananlara karşı. Ne kadar zor durumda kalırlarsa kalsınlar asla bizim yapmasını istemediğimiz hareketleri yapmazlar, yapmadılar zaten.
Söylendiği gibi:"her iyi öykü: karakterin nasıl yaşlandığı ve yaşlanırken nasıl bilgeleştiği, meselesiydi." Üst sanat dili ile üst yaşam ahlakının ideal temsilcileriydi. Kendimizi tanımamızdı, bize yabancı dış dünyada , bize yabancı zamanlarda, mekanlarda kendimizi bulduğumuz bir evrenin rol modelleriydiler. Post modern dünyanın "değer mi, o da neymiş? "Anlam mı? Bırak şu klişeyi!", sözleriyle başlayıp, kimsenin başkasının eleştirisine, fikrine ihtiyaç duymadığı, kimsenin ideal rol modellerine yaslanmak gibi bir derdi olmadığı, yapıcı eleştirisiz, yaratıcısız, her gün en az birkaç kişinin model olarak sunulduğu;ama o modellerin en fazla bir kaç aylığına ya da yıllığına meşhur olduğu zamanlardan geçiyoruz. Oysa tanınanın, sevilenin, yaratıcının hayatımız boyunca arkadaşlığı ahde vefa gereği de olsa içimizde devam etmez miydi? Evet "Atları da Vururlar"; ama sıkılan kurşunlar izleyene de isabet ediyordu..
Resmi zihniyetin üreticisi televizyonda, resmi sinemamız olan dizilerde yaratılan esas karakterlerin para, pul, aşk, iktidar için yaptıkları omurgasız tavırlarının ışığında bilinçleniyoruz." Ne zararı var, artık yaşam böyle, dışarıda savaş var, hazırlıklı olunmalı", diyenler, yaşamın zaten hep böyle olduğunu; ama değer ahlakını oluşturan rollerin geçmişte bireyde yarattığı tahribatın kapitalist muktedirlerin hırslarına bu kadar feda edilmediğini ve güzel insan sayısının gözle görülmeyecek şekilde azaldığını unutmuş görünürler. Gündelik yaşamda herkesin her an şikayet ettiği olayların sebebi, çok derinlere gitmeye gerek yok, öykülerde yer alan rol modellerimizin dejenere olması olmasın? O öyküler ki, uygarlığın ışığını yakan en önemli mihenk taşıydılar. Öykülerin olumlu olumsuz önemini anlamadan, öykülerin değersizleştiği zamanlara mı geldik?..
Rol modellerimiz, yani arkadan vuran, para için herşeyi yapabilen, dedikoducu, yıkıcı, ağzında argosu eksik olmayan, terbiyesiz, ötekileştirici, tüketici, markacı, yalancı, şovenist vs vs zihniyetlerin temsilcileri her gün beyaz ekranda arz-ı endam ederken, "benim kahramanım bu" diyerek model seçenlerin, neyi, kimi, niçin beğendiğini bile düşünmekten uzak, sürekli: "yorgunum, işten geldim hoşça vakit geçirmeliyim", sığlığında -sanki yüksek sanatla vakit geçirmek işkenceymiş gibi, sanatsal içerik bilgisi, estetik algısı kendiliğinden menkul -çoğunluğu üniversite mezunu-- yığınlarla 2000'leri yaşıyoruz.
Modellerimiz, "90-60-90" ideal biçiminde usumuzda yerini alırken, düşünmeyi uzun zaman önce askıya alarak "mutlu (!) zamanlar", yaşıyoruz. Nasıl olsa birileri bize, neyi seveceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, neye küfür edeceğimizi, söylüyor..
Bize kalan korunaklı limanlarımız..
Ta ki gelecek büyük fırtınaya kadar..
26 Nisan 2012
Senarist:Tanrıların Düşmanı
Senaryo yazmak,Tanrı’yı oynamak mıdır?..
Senarist,Tanrılar tarafından düzenlenen olayların ortasında
kendi karakterini yaratır.
Ancak,Tanrı'dan rol çalmak için bu kafi gelmez; karakterine kendi inandığı yazgısını yükleyerek sunulmuş
düzene başkaldırtır.Ve metafiziğin değişmez batağında, senaryosunun başındaki
kişi, artık finalde aynı kişi değildir.
Değişim gerçekleşmediğinde bu oyun,Tanrılar istemediğinde
bülbüllerin bile ötmediği alemde, bedeli ağır beyhude bir çaba olurdu.
İnsan, atıldığı zamanın ve
kimi zaman seçtiği mekanın içinde verilmiş durumların rüzgarında
savrulurken yanıt verir: “koşturuyorum!” Ve böylece özeleştirisinin en saf ve
dürüst şeklinin itirafında, aynı zamanda çaresizliğinin altını çizdiğinden
habersiz gibidir.Habersiz gibidir, bilincinin tasarımlarında rüzgarda koşturan
hayvandan,savrulan ottan farkı olduğundan..
Senarist, yarattığı karakterinin iradesini teslim alan
güçlerin ona "hayat gailesi” diyerek sunduğu ideolojik yapılandırmanın,
onun yaşam faaliyetlerinin sonuçlarını da belirlemesine izin verdiğinde, sadece
Tanrılara fayda sağlamış olur.Tanrının sunduğu kaçınılmaz olayların sadece
sebebini değil, yazgısını da karakterine yaşatan yazar, aslında çok da rahatsız
olmadığı gördüklerinin dünyasında anlamı, kutsallığın içi boş çuvalında arar
durur."Işık yeryüzünde verili olanın, kutsal olanın doğasında zaten vardır
” diyerek, öyküdeki çatışmaların suçunu, kusursuz alemin kurgusunu idrak edemeyen karakterlerin ahlaki
yapılarında arar ve bulur...
Film bittiğinde beyaz perdede görünmeyen, ancak dikkatlice
bakıldığında fark edilen bir yazı çıkar: "Bu film Tanrılara ithaf
edilmiştir."Bu alt metin ile sona eren, kul ideolojisi altında ezik,
eylemsiz ruhların perdedeki aksinde izleyici, yeni zamanların getirdiği farklı
ilişkilerinin içinde açmazlarının dönüşümünü asla göremez. Sessiz bir
kabullenişle; ama her daim mutlu terk eder sinema salonunu. İzlediği öyküdeki
esas oğlan ve esas kızın çatışmalar
içindeki deneyimleri ve finali ile bir kez daha yaşamındaki savrulma,
yazgısındaki teslimiyet onaylanmıştır.
Muhafazakar sanatın iddia ettiği:değişen zaman içinde
değişmeyen metafizik düşünce dizgelerinin daha yaşanılır bir dünyaya kavuşmak
için gerekliliği, bir duvar yazısında olduğu gibi: "karanlık odada,siyah
kedi aramaktır, odada kedi bile yokken."
Aydınlık gelecek, tarihte hiç yaşanmamış “Saadet Yalanı”nı
aşamayan düşüncenin eseri olmadı, olamayacak da..
Çizilmiş olan çemberin içinde özdeşleşmiş cemaat kültürü ile
yetişen kalabalıklar,o çemberin içinde hazır bulduğu sembollerin göstereninde
oluşturdukları zihin yapıları ile girdikleri sinema salonunda, kendisi gibi
kafası karışık olmayan senarist arar:”Hadi” der, “eğlendir beni ya da ağlat!.
Ama ne yaparsan yap asla zihnimi karıştırma ! Zaten genelde bunu başarman
mümkün değildir, izin vermem! Karşımdaki kurmaca dünyandaki ilişkiler,
bana sunulan dış dünya ile benzerlik
taşımadığı takdirde, tanımlayamadığım yeni bir cisim görmenin rahatsızlığında
terk ederim salonu. Oynama asla benim rol model ilişkilerimle!. Bana başka
ellerin çizdiği kaderi göster, asla aşamayacağım yazgımın popülerliğinde
uzlaşmanın rahatlığını yaşat, kızgınlıklarımı beynimden at! Ağlat beni ağlayan
karakterlerinle, güldür beni uyduruk karakterlerinle, sadece ağlamam ve gülmem
için yap bunu, değiştirmek istediğim hiçbir şeyi sokma kafama!” Haklı görünür
çoğu zaman; karışırsa zihin yapısı,
paradigmanın içindeki yaşamı eskisinden çok daha güç olacaktır.
Bir eser konusu ve teması ile sınıfsal çatışmaları fonunda
taşıyarak değişimi sunmuyorsa, kul ideolojisi ile yazılmış, dış dünyanın
görüneni umutsuz şekilde perdeye taşınmış demektir,ister “özgürlük” gibi içsel çatışmalardan başlayıp, çözümünü dışsal
ilişkilerin belirleyeceği bir konu olsun, ister
ikili bir deneyimin tinsel çatışması olan “aşk” olsun anlatılan.Sonuçta
anlatılanı değerli kılan, sınıfsal koşulların düşünsel analitiğinde
karakterin,senaristin yarattığı ışığa doğru yönelerek özgürleşmesidir.
Varoluşçuluğu sadece bunalımların kaynağı olarak ele
alıp,dibe vurmanın gerçek benliğe kavuşmanın yolu olduğunu ispat için paradoksu yine sadece bunalım olarak
senaryoda sonlandırmak, elitist bir rahatsızlığın bireyci ifadesidir.
Stanislavski'nin dediği gibi: "kendi içinde sanatı aramaktan vazgeçip,
sanatın içinde kendini bulmak" isteyenlerin, özellikle halkın çoğunluğu
anlamadığı için beğendiği “karanlık sevicilik” kaplıyor beyaz perdeyi. Oysa
varoluşsal bunalımların çıkışsızlığını yaşayan kurmaca karakteri senaristi de
sevmiyor,hissediyorum..Onlar ki yaşam
bulup perdeden çıksa, senaristi onlarla oturmayacak,konuşmayacak, aramayacak.
Karakterlerin dibe inişleri, senaristlerini parıltılı şöhret basamaklarında
yukarılara çıkarıyor.
En derin kaygılarımızı, yarattığı karakterlere yükleyen bir
senaristin, o kaygılarımızın açmazlarından birisi ile dahi bizi
yüzleştirememesinin sebebi ne olabilir?.Bu ülkede yaşayan, paradoks mantığını
düşünsel anlamda yaşadığı onca çelişkiye rağmen sorgulamalarına dayanak
yapmayan bireylerin toprağında, tüm karakterlerin, çoluk çocuk dahil,
senaristin zihninin kurallarına itaat eden gerçek dışı "laf ola sahne
dola" bunalım yapısı, perdeden o kadar çok yansıyor ki..Ve karakter yalnız
çıktığı yolda hiç bir değişim geçirmeden finale ulaşıyor.
İ.Bergman'ın “kapıyı defalarca vurup sadece bir kaç kere
girebildim" dediği
"A.Tarkovski'nin elini kolunu sallayarak gezdiği o alanlara”, o
düşüncenin savunmasız kırılgan evrenine elini kolunu sallayarak girmek, girmiş olmak mıdır?T anrıyı perde de
oynamanın en güç yanıdır,Tanrının ardındaki kusursuz düşünceyi görüntülerden oluşan
bu dil ile bulmayı başarmak. Ve şimdilik bu başarı hala birkaç dehanın eseridir.
Komedi filmlerinde doğanın kendisine sunduğu çirkinlikle
yüklü fizyolojisini taşıyan esas karakter, verili olan fenomenleri sorgulamasız
çıkarlarına uygun hale getirir. Çelişkinin en yoğun yaşandığı coğrafyaların
doğal içeriği olan “mizah”, çelişkinin manipüle edilerek uzlaşmaya döndüğü
kalabalıklarda anlamını uyduruk espriler ve durumlar olarak ifade eder.. Ve
Charlie Chaplin’in "acıtan mizah" anlayışının kırıntısı, 100 yıl
sonra bile sınıf bilinci bulanık senaristlerin kalemlerinde, görüntülerinde
yoktur.Mizahı amaç olmaktan çıkaran Şarlo’nun dehası, mizahı araç olmaktan
çıkaran senaristlerle aynı sıfatla anılıyor: sanatçı!
Senaryo yazmak Tanrı'yı oynamaktır.O Tanrı ki yüzlerce
yıllık tarihte hep değişmezliğin, gücün ve son aşamada yenilmezliğin
sembolüydü..
21.yy’ın Tanrısı binlerce yıl yaptığı gibi, kendi
kurguladığı yaşam öykülerinde yarattığı sebeplerle, sonucunu belirlediği finallerini karakterlerine oynatmaya devam ediyor.
Şimdi artık çağımızın meta üretimine dayalı toplumsal
örgütlenme biçiminin Tanrısı: Sermaye’dir.Ve o Tanrı kendisine baş kaldıran eylemcilere, kimsenin
peşlerine takılmaması için, hayalperest, maceraperest, nihilist,
parasız,kaybeden muamelesi yaparak
halkların nezdinde itibarsızlaştırmaya devam ediyor.
Prometheus,gökte keyif süren tanrılardan ateşi çalarak
yeryüzünde yaşayan insanlara hediye edince cezalandırılıp, kartallara yem
edilir. Her sabah kartalların yediği ciğeri,akşam olunca büyüyen Prometheus
gibi, bu defa yeryüzünün egemenlerine başkaldıran senaristin nefesi,
akbabaların doymayan iştahı ile
tüketiliyor.Ancak bu defa farklı olarak,Prometheus'ların gün içinde
yaşadıkları, kimi zaman gecedeki nefesini toplamalarına yetmiyor..
Yine de yazgısını eline alan senaristler, kalabalıkların
kurgulanmış dil ve pratiklerine aldırmadan kendi dilini, kendi eylemlerinin
anlamını yüklettiği karakterleriyle, görünen ve görünmeyen Tanrılara başkaldırmaya
devam ediyor.
Senaristin yarattığı değerlerin,Tanrıların yarattığı
değerlerle savaşımı hiç bitmeyecek..
Ve şimdilik savaşı Tanrılar
kazandığı için, şahsiyetlerin belirlediği kaderlerle değil, kaderin
belirlediği şahsiyetlerle yaşam devam ediyor…
Tüm dünyada ki tatsızlık belki de biraz bundan.
16 Nisan 2012
Yaşamın Sanatı:Sinema
Sinemayı tanımlamaktaki kolaylığın aksine, izlediğimiz filmdeki görüntülerin dile getirilmesindeki güçlük, çoğu zaman filmin bizde yarattığı hislerin tarifi zor anılarımızla ilgili olmasındandır.
Barışın peliküle aktarılmış hali, gerçekleşmeyeceği bilinse de umudu "umut" olarak taşımayı sağlar.Sinema,insanın unuttuğu/ unutabileceği arzuların hatırlatıcısıdır.
Kıyamet sahnesi ile bitmedikten sonra, izleyicisine "ışıklar yandı, artık bu öykünün gerisini sen kendi yaşam anlayışınla tamamla" diyen sanattır.
Bütün değerlerin başka insanlar tarafından yaratılan, tarihsel, yapay ve ebedi olmayan niteliklerini gösterip, artık kendi çağında sen de gerekirse kendi değerlerini kur, diyen sanattır.
Sinema, insana bakıştır. Hiç tanımadığın bir zamanda, uzamda, hiç tanımadığın kişiler arasında, hatta tam ortasında o insanlarda kendini bulmaktır.
Hiç bir olgunun, fenomenin gören gözden bağımsız olmayacağını bilecek kadar saygıdeğer dünya görüşünün taşıyıcısıdır. Anlam, nesne ile ilişkiye giren özneyi dikkate alınmadan kurulamaz ve "ben"den bağımsız bir anlamla doğru hükümlere varılamaz ise, görünenin kendinde yarattığı anlama saygı, o görünene bakan başka varlıkları anlamakla idealize olur.Sineme, evrensel hoşgörü idealine ulaşmak düşüncesinin estetik biçimle dışavurumudur.
Zaman, sadece yaşamı kaplayan bir atmosfer değil , üzerinde düşünülmesi gereken en önemli gerçeklikse, sinemasal her öykü zaman içinde karakterin nasıl değiştiği ile ilgilidir. O halde yaşarken karşılaştığın tüm sorunlarda, zamanın yaşamsal etkisini/önemini hesaplamayı gösteren sanattır.
Sinema, "İşte bende böyle düşünüyorum" kadar, "aslında ben bu kavram hakkında hiç böyle düşünmemiştim", diye bütün bildiklerimizi askıya alan sanattır. İçsel hesaplaşmadır yeri geldiğinde
Sinema, R.Barthes'in edebiyatta sözcükler için söylediğini değiştirirsek: "bir çekimden başka bir çekime geçerken bizi bir düzeyden başka bir düzeye götürendir."
Hiç görmediğimiz, hiç tanımadığımız insanların bize ne kadar benzediğini görmektir, evrensel yakınlıktır, şovenizme karşı olmaktır.
Mizahın amaç değil, araç olarak yaşamımızda her an bulundurmamız gerekli olan incelik olduğunu gösterendir.
Sinemada bütün iyi öykülerde "Mac Guffin" yöntemi vardır;karakterler bir şeyin peşinde koşarken aslında anlatılan yaşanan süreçlerdir.İşte en temelde Mac Guffin tekniği:"yaşam gömülemez,insan yaşamı başka değerlere feda edilemez"dir. Ve bu yüzden yaşamımızda sonuçlara odaklanırken, neleri ertelediğimizi gösteren sanattır, sinema.
Irıs Murdoch'un dediği gibi," özgürlük düşündüğünüz kadar önemli değildir!Eğitim de öyle.İnsan eğitimli ya da özgür olduğu için mutlu olmaz; ama eğitim bizi özgürleştirir.Işığın nereden geldiğini gösterir, kulaklarımızı, gözlerimizi açar." İşte sinema- düşündüğümüz kadar olmasa da aksini yaşayamayacağımızdan- özgürleşmek isteyen insana, ışığın nereden geldiğini gösteren bir eğitim aracıdır.
Kafası karışık olmayan tehlikeli insanları göstererek, kafa karışıklığının, fenomenolojik yöntemle dünyayı bilmede olmazsa olmaz ideal insanlık koşulu olduğunun altını çizendir. Ele aldığı konuda kafası karışık olmayan izleyicinin kafasını karıştıran sanattır.
Sinema, bayrak yarışına çıkan atletler gibi, birbirinin sorumluluğunu taşıyan karakterlerin yaşadığı bir olay örgüsünü anlatır. O karakterler ki, izleyicinin sorumluluğunu taşıyan yönetmenin dünya görüşünü taşır.Zahiri zaman, sadece oyuncunun perdede görünmediği anlarla sınırlı değildir, izleyici kendi zamanını, kendi varlığını perdede görünmezken dahi görür.Sinema izleyicisinin zahiri zamanını onun özgürlüğü için taşıyandır.
Arzuların peşinde koşan insana, her sabah Pavase'nin söylediği gibi:"başlangıç duygusunu yitirmemeyi" hatırlatandır.
Sinema, gündelik yaşamdaki açmazları, öğretilmiş sahte değerleri sorgulatmak için yaşama yakın olmak zorundadır.Yaşama yakınlık: sessizliği, yavaşlığı, durgunluğu getirir doğal olarak.Varoluşsal kaygılar perdede aksiyonel çekimlerle, yavan diyaloglarla, parlak ışık, duvardan duvara müzik ve hızlı kurgu ile anlatılamaz.Sinema dünyasında ne aradığını bilen izleyici, kaygılarının, korkularının, eylemlerinin sevinçlerinin izdüşümünde perdede gördüğü ile eğlenir."Eğlenmek en temel işlevse", Brecht'in de zamanında ifade ettiği gibi, çağın insanı, üstün nitelikli sanat eserleri ile eğlenir..
Sinema, salondan çıktıktan sonra izleyicinin içindeki hafiflik, tarifsizlik, varolmak ne güzel diyen bir ruh halidir.
Sinema görüntülerini, izlediğimiz zaman ki yaşların duygularıyla, belleğimizde geleceğe taşıyandır.
Salonlar yavaş yavaş yerini evdeki küçük aptal kutusunda bırakırken, ışığı,sesi,görüntüsü dev perdede kalan, anılarımızın yıkılmayan cennetidir..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)