29 Nisan 2012

90-60-90 Modellerimiz Var !


Düşüncelerimiz ile özdeşleşmiş yaşantılarımızda, yabancılaşmanın bedenimizle ile  birlikte başlaması ne hazin bir trajedidir. Kendime verilmiş olanım; ama bedenimle beraber başlayan dış dünya bana o kadar uzak ki.. Ben "kendimi bilenim", dediğim anda, tarafımdan çözülmeyi  bekleyen bir sorular yumağı içinde olduğumun bilincinde olmakla başlar, varoluşsal mutsuzluklarımız ve belki de gerçek anlamda mutluluklarımız..

"Kendisiyle özdeş bir özne yanılsaması"nı ortaya ilk atan S.Freud'dan bu yana, evrensel olmasa da, 200 yıl öncesi  doğumuna başlangıç olarak onaylanan, modern (!) bireyin rahatsızlıklarının  adı konmuş, yanılsama içinde olmayı "huzur" sayanların bir kısmı da  özellikle yaşamlarının son dönemeçlerinde  düştükleri anlamsızlık girdabında psikiyatristlerin kapısını çalmışlardı.Yanılsamayı inkar edip, ilahi bir varlığın kaderini belirlediğine inanan, adaletin, devletin, yasaların ve tüm kurumların daima varolup, aynı şekilde ve sonuçta aynı içerikte olduğunu düşünen, onların tarihsel olmadığını, ebedi olduğunu kabul etmenin derin huzuru ile yazgısını başka ellere teslim eden,  bu düşünce sebebi ile de hiçbir yardıma ihtiyacı olmadığı için "kapı çalmayanlar", daima çoğunlukta kalmıştır.Tabi ki içinde bulundukları ideolojiler tarafından, yine egemen ideolojiye yaptıkları bu büyük onaylama fedakarlığı karşısında, zihin sağlıkları düşünülmüş ve her türlü manipule edici semboller/değerler kurgulanarak  hayatlarına inandıkları değerler  ile çelişmeden/çatışmadan devam etmeleri sağlanmıştır.. Haklılardı çoğunluklar, ne kolaydı verili değerlerin yanıtlanmış sorularında yaşamı idame ettirmek."Onlar"ın istediği soruları sorarak, "Onlar"ın istediği çözümleri bularak tüm bir yaşamı korunaklı limanlarda demirleyerek geçirmek ne kolaydı..

Bizden önce yaratılan değerler vardı, oysa  asıl önemlisi bu değerleri sorgulayarak içselleştirmek kadar, Pavase'nin dediği gibi:"aynı sabahlara uyanmamak" için yeniden yaratılması gereken değerler de  olmalıydı. Evrende gördüğümüz herşeyle ilişki içinde  olarak  yaşamı sürdürüyorduk. O şeyler bizim dışımızda, yabancıydılar. Önemsenmek, önemsemek yaşamsaldı. Değerlerin insan tarafından yaratılmış doğal, tarihsel olduğunu ve ebedi olmadığını da biliyorduk. Biliyorduk:"Evren maddeydi,madde hareketli ve bilinci değiştirendi." Göstergeler başka göstergelerin dolayımından geçerek değer oluşturuyordu ve yabancılaşmanın nihilizme varma noktasından yaratıcı bir yaşama geçiş; ancak ve ancak ideolojilerce belirlenmiş sosyolojik koşulların izin vermesi ile ve bizim o koşullara olan değiştirme gücümüzle ilşkiliydi.Yani Marks gerçekse ve hala aşılamayan felsefe ise, bilincimizi olumlu anlamda insani değerlerle, yaratıcı ilişkiler için doldurabilmemiz,  somut maddelerle olan karşılaşmamızın niteliği ile mümkün olabilecekti..Ya da karanlık  çıkar grupları  tarafından yaratılan sembollerin bizi şekilendirip insanlıktan uzaklaştırmasına devam edecektik..

Benim tarihim, benim kahramanım, benim milletim,dinim, ailem, işim, ahlakım, hayatım, diyerek oluşturulan ve "ötekiler cehennemdir" anlayışına varan "yetkeci kişilik", özünü tarihsel safsatalar ve kahramanlık hikayeleri ile oluşturup, kendisiyle özdeş bir özne yanılsamasıyla, düşünce olarak kendisi gibi yaşayan her insanın kendisine verili olarak kendini bildiğini ve tüm hayata dair tasarımlarını kendi hazır bulduğu koşullarıyla değerlendirdiğini unutur.Başka dinlere, milletlere, etnik kökenlere, ahlaklara, sembollere, yaşamlara saldırırken, onlar hakkında değerlendirmeler yaparken, girdiği cemaat kültürünün içinde, zekasında yapay olarak oluşturulan ideolojileri çıkarları için savunduğunu bile algılamaktan uzaktır.Kendisi kahramanken, karşı taraf düşmandır.Oysa kendisini kahraman gören karşı taraf için düşman olduğunu bile aklına getiremez.Tarih ona anlatılan gibidir, tüm anlı şanlı savaşların tek sebebinin ekonomik çıkar mücadeleleri olduğunu bilmeden,belletilenleri tekrarlar..Bilmez " Savaş Bitti mi " isimli romanın neden dünyada kapitalist olsun, sosyalist  olsun, adı hangi izm olursa  olsun, tüm ülkelerde, tüm rejimlerde yasaklanan tek roman olduğunu.Savaştan dönen, kollları,bacakları kopmuş sadece kafası ve yaşamaya yetecek kadar bedeni olan askerin," herşeyden vazgeçerim, izin verin sadece yaşamak istiyorum" sözünün ışığında tematik olarak oluşturulan eserin, tüm egemenlerin çıkarlarına aykırı olduğu için yasaklanması , onun edebi olup olmadığını değil ama belki de ne kadar  doğru bir eser olduğunun en büyük kanıtıdır.Bu kitabı yakmayacak kaç insan kaldı bu dünyada?

Peki ama  istemeden düştüğümüz bu yaşam yolculuğunda kimler yol arkadaşımız olacaktı? Tek başına dayanıksızdık,"yalnızlık çizse de kaderimizi", şairin dediği gibi, biz toplumsal bir varlıktık ve en acı gerçek de; ancak başkaları ile birlikte oluşan kişiliktik. T.Adarno'nun dediği gibi " bozuk düzende doğru hayatlar yaşanmaz" ise, ne kadar nitelikli olsalar da yaşam gailesi içinde çaresiz kimi zaman kaybolan, görüşemediğimiz yakınlarımız, dostlarımız hayatı anlamlandırmakta her zaman ne kadar yardımcı olabilirler bize? Peki değerlerin taşıyıcısı değil, eskileri özümseyip kültürüne katmış ve yeni başlayan zamanlar için yeni değerler yaratan kişileri nerede bulacağız, nasıl tanışacağız ? Bulsak dahi, ya düşüncelerimizi ya da  duygularımızı etkilemeleri dışında,  sanatın doğası gereği aynı anda hem duygu hem de düşünce sarmalı içinde bizi harekete geçirmeleri mümkün mü? Yaşamın bir yerinde bir odada yalnız kalacağımız saatleri arttırıp, bedel ödeyerek eşik atlarken, o sıçrayışı bize kim ya da kimler sağlayacak?..Yaşamımızı yeniden değerlendirmemizi, güçlükler karşısında inandığımız ilkeleri korumamızı,savaşımımızın haklılığını, insanı temel alıp, ona bağlı değerleri insandan üstün görmememizi, kim sağlayacak ? Işık nereden, kimden gelecek, eksiğini hissedene.. Rol modellerimiz kim olacak?

"Yaşam sanatı takip etmeli,sanatın yaşamı takip ettiğinden çok."

 Sanatçılar değişmeyen dünyamızı değişen zamanlara adapte etmek için yol arkadaşlarımızdır . Onların modelliğinde farkında olmadan sözlerimiz değişir, tavırlarımız, duruşumuz değişir. Bedenimizi tanımak, içsel çatışmalarımızı tanımakla başlar onların yaşantımızda modelliği. Çevremizi onlarla algılarız, onlarla görünen gerçeğin arkasında bizden saklanan asıl gerçeğe ulaşırız Küçük bir masalda, çizgi romanlarda yaşarlar. Romanlarda, öykülerde, tiyatroda,  sinemalarda karşımıza çıkarlar. Oradadırlar, kimseyi haksızlık yapmazlar, kimseyi incitmez, arkadan vurmazlar. Duruşları vardır, yaşananlara karşı. Ne kadar zor durumda kalırlarsa kalsınlar asla bizim  yapmasını istemediğimiz hareketleri yapmazlar, yapmadılar zaten.

Söylendiği gibi:"her iyi öykü: karakterin nasıl yaşlandığı ve yaşlanırken nasıl bilgeleştiği, meselesiydi." Üst sanat dili ile üst yaşam ahlakının ideal temsilcileriydi. Kendimizi tanımamızdı, bize yabancı dış dünyada , bize yabancı zamanlarda, mekanlarda kendimizi bulduğumuz bir evrenin rol modelleriydiler. Post modern dünyanın "değer mi, o da neymiş? "Anlam mı? Bırak şu klişeyi!", sözleriyle  başlayıp, kimsenin  başkasının eleştirisine, fikrine ihtiyaç duymadığı, kimsenin ideal rol modellerine yaslanmak gibi bir derdi olmadığı, yapıcı eleştirisiz, yaratıcısız, her gün  en az birkaç kişinin model olarak sunulduğu;ama o modellerin en fazla bir kaç aylığına ya da yıllığına meşhur olduğu zamanlardan geçiyoruz. Oysa tanınanın, sevilenin, yaratıcının  hayatımız boyunca arkadaşlığı ahde vefa gereği de olsa içimizde  devam etmez miydi? Evet "Atları da Vururlar"; ama sıkılan kurşunlar  izleyene de isabet ediyordu..

Resmi zihniyetin üreticisi televizyonda, resmi sinemamız olan dizilerde yaratılan esas karakterlerin  para, pul, aşk, iktidar için yaptıkları omurgasız tavırlarının ışığında bilinçleniyoruz." Ne zararı var, artık yaşam böyle, dışarıda savaş var, hazırlıklı olunmalı", diyenler, yaşamın zaten hep böyle olduğunu; ama değer ahlakını oluşturan rollerin geçmişte bireyde yarattığı tahribatın kapitalist muktedirlerin hırslarına bu kadar feda edilmediğini ve güzel insan sayısının  gözle görülmeyecek şekilde azaldığını unutmuş görünürler. Gündelik yaşamda herkesin her an şikayet ettiği olayların sebebi, çok derinlere gitmeye gerek yok, öykülerde yer alan  rol modellerimizin dejenere olması olmasın? O öyküler ki, uygarlığın ışığını yakan en önemli mihenk taşıydılar. Öykülerin olumlu olumsuz önemini anlamadan, öykülerin değersizleştiği  zamanlara mı geldik?..

Rol modellerimiz, yani  arkadan vuran, para için herşeyi yapabilen, dedikoducu, yıkıcı, ağzında argosu eksik olmayan, terbiyesiz, ötekileştirici, tüketici, markacı, yalancı, şovenist vs vs zihniyetlerin temsilcileri her gün beyaz ekranda arz-ı endam ederken, "benim kahramanım bu" diyerek model seçenlerin, neyi, kimi, niçin beğendiğini bile düşünmekten uzak, sürekli: "yorgunum, işten geldim hoşça vakit geçirmeliyim", sığlığında -sanki yüksek sanatla vakit geçirmek işkenceymiş gibi, sanatsal içerik bilgisi, estetik algısı  kendiliğinden menkul -çoğunluğu üniversite mezunu-- yığınlarla 2000'leri yaşıyoruz.

Modellerimiz, "90-60-90"  ideal biçiminde usumuzda yerini alırken, düşünmeyi uzun zaman önce askıya alarak "mutlu (!) zamanlar", yaşıyoruz. Nasıl olsa birileri bize, neyi seveceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, neye küfür edeceğimizi, söylüyor..

Bize kalan korunaklı limanlarımız..
Ta ki gelecek büyük fırtınaya kadar..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder