Senarist:Tanrıların Düşmanı
Senaryo yazmak,Tanrı’yı oynamak mıdır?..
Senarist,Tanrılar tarafından düzenlenen olayların ortasında
kendi karakterini yaratır.
Ancak,Tanrı'dan rol çalmak için bu kafi gelmez; karakterine kendi inandığı yazgısını yükleyerek sunulmuş
düzene başkaldırtır.Ve metafiziğin değişmez batağında, senaryosunun başındaki
kişi, artık finalde aynı kişi değildir.
Değişim gerçekleşmediğinde bu oyun,Tanrılar istemediğinde
bülbüllerin bile ötmediği alemde, bedeli ağır beyhude bir çaba olurdu.
İnsan, atıldığı zamanın ve
kimi zaman seçtiği mekanın içinde verilmiş durumların rüzgarında
savrulurken yanıt verir: “koşturuyorum!” Ve böylece özeleştirisinin en saf ve
dürüst şeklinin itirafında, aynı zamanda çaresizliğinin altını çizdiğinden
habersiz gibidir.Habersiz gibidir, bilincinin tasarımlarında rüzgarda koşturan
hayvandan,savrulan ottan farkı olduğundan..
Senarist, yarattığı karakterinin iradesini teslim alan
güçlerin ona "hayat gailesi” diyerek sunduğu ideolojik yapılandırmanın,
onun yaşam faaliyetlerinin sonuçlarını da belirlemesine izin verdiğinde, sadece
Tanrılara fayda sağlamış olur.Tanrının sunduğu kaçınılmaz olayların sadece
sebebini değil, yazgısını da karakterine yaşatan yazar, aslında çok da rahatsız
olmadığı gördüklerinin dünyasında anlamı, kutsallığın içi boş çuvalında arar
durur."Işık yeryüzünde verili olanın, kutsal olanın doğasında zaten vardır
” diyerek, öyküdeki çatışmaların suçunu, kusursuz alemin kurgusunu idrak edemeyen karakterlerin ahlaki
yapılarında arar ve bulur...
Film bittiğinde beyaz perdede görünmeyen, ancak dikkatlice
bakıldığında fark edilen bir yazı çıkar: "Bu film Tanrılara ithaf
edilmiştir."Bu alt metin ile sona eren, kul ideolojisi altında ezik,
eylemsiz ruhların perdedeki aksinde izleyici, yeni zamanların getirdiği farklı
ilişkilerinin içinde açmazlarının dönüşümünü asla göremez. Sessiz bir
kabullenişle; ama her daim mutlu terk eder sinema salonunu. İzlediği öyküdeki
esas oğlan ve esas kızın çatışmalar
içindeki deneyimleri ve finali ile bir kez daha yaşamındaki savrulma,
yazgısındaki teslimiyet onaylanmıştır.
Muhafazakar sanatın iddia ettiği:değişen zaman içinde
değişmeyen metafizik düşünce dizgelerinin daha yaşanılır bir dünyaya kavuşmak
için gerekliliği, bir duvar yazısında olduğu gibi: "karanlık odada,siyah
kedi aramaktır, odada kedi bile yokken."
Aydınlık gelecek, tarihte hiç yaşanmamış “Saadet Yalanı”nı
aşamayan düşüncenin eseri olmadı, olamayacak da..
Çizilmiş olan çemberin içinde özdeşleşmiş cemaat kültürü ile
yetişen kalabalıklar,o çemberin içinde hazır bulduğu sembollerin göstereninde
oluşturdukları zihin yapıları ile girdikleri sinema salonunda, kendisi gibi
kafası karışık olmayan senarist arar:”Hadi” der, “eğlendir beni ya da ağlat!.
Ama ne yaparsan yap asla zihnimi karıştırma ! Zaten genelde bunu başarman
mümkün değildir, izin vermem! Karşımdaki kurmaca dünyandaki ilişkiler,
bana sunulan dış dünya ile benzerlik
taşımadığı takdirde, tanımlayamadığım yeni bir cisim görmenin rahatsızlığında
terk ederim salonu. Oynama asla benim rol model ilişkilerimle!. Bana başka
ellerin çizdiği kaderi göster, asla aşamayacağım yazgımın popülerliğinde
uzlaşmanın rahatlığını yaşat, kızgınlıklarımı beynimden at! Ağlat beni ağlayan
karakterlerinle, güldür beni uyduruk karakterlerinle, sadece ağlamam ve gülmem
için yap bunu, değiştirmek istediğim hiçbir şeyi sokma kafama!” Haklı görünür
çoğu zaman; karışırsa zihin yapısı,
paradigmanın içindeki yaşamı eskisinden çok daha güç olacaktır.
Bir eser konusu ve teması ile sınıfsal çatışmaları fonunda
taşıyarak değişimi sunmuyorsa, kul ideolojisi ile yazılmış, dış dünyanın
görüneni umutsuz şekilde perdeye taşınmış demektir,ister “özgürlük” gibi içsel çatışmalardan başlayıp, çözümünü dışsal
ilişkilerin belirleyeceği bir konu olsun, ister
ikili bir deneyimin tinsel çatışması olan “aşk” olsun anlatılan.Sonuçta
anlatılanı değerli kılan, sınıfsal koşulların düşünsel analitiğinde
karakterin,senaristin yarattığı ışığa doğru yönelerek özgürleşmesidir.
Varoluşçuluğu sadece bunalımların kaynağı olarak ele
alıp,dibe vurmanın gerçek benliğe kavuşmanın yolu olduğunu ispat için paradoksu yine sadece bunalım olarak
senaryoda sonlandırmak, elitist bir rahatsızlığın bireyci ifadesidir.
Stanislavski'nin dediği gibi: "kendi içinde sanatı aramaktan vazgeçip,
sanatın içinde kendini bulmak" isteyenlerin, özellikle halkın çoğunluğu
anlamadığı için beğendiği “karanlık sevicilik” kaplıyor beyaz perdeyi. Oysa
varoluşsal bunalımların çıkışsızlığını yaşayan kurmaca karakteri senaristi de
sevmiyor,hissediyorum..Onlar ki yaşam
bulup perdeden çıksa, senaristi onlarla oturmayacak,konuşmayacak, aramayacak.
Karakterlerin dibe inişleri, senaristlerini parıltılı şöhret basamaklarında
yukarılara çıkarıyor.
En derin kaygılarımızı, yarattığı karakterlere yükleyen bir
senaristin, o kaygılarımızın açmazlarından birisi ile dahi bizi
yüzleştirememesinin sebebi ne olabilir?.Bu ülkede yaşayan, paradoks mantığını
düşünsel anlamda yaşadığı onca çelişkiye rağmen sorgulamalarına dayanak
yapmayan bireylerin toprağında, tüm karakterlerin, çoluk çocuk dahil,
senaristin zihninin kurallarına itaat eden gerçek dışı "laf ola sahne
dola" bunalım yapısı, perdeden o kadar çok yansıyor ki..Ve karakter yalnız
çıktığı yolda hiç bir değişim geçirmeden finale ulaşıyor.
İ.Bergman'ın “kapıyı defalarca vurup sadece bir kaç kere
girebildim" dediği
"A.Tarkovski'nin elini kolunu sallayarak gezdiği o alanlara”, o
düşüncenin savunmasız kırılgan evrenine elini kolunu sallayarak girmek, girmiş olmak mıdır?T anrıyı perde de
oynamanın en güç yanıdır,Tanrının ardındaki kusursuz düşünceyi görüntülerden oluşan
bu dil ile bulmayı başarmak. Ve şimdilik bu başarı hala birkaç dehanın eseridir.
Komedi filmlerinde doğanın kendisine sunduğu çirkinlikle
yüklü fizyolojisini taşıyan esas karakter, verili olan fenomenleri sorgulamasız
çıkarlarına uygun hale getirir. Çelişkinin en yoğun yaşandığı coğrafyaların
doğal içeriği olan “mizah”, çelişkinin manipüle edilerek uzlaşmaya döndüğü
kalabalıklarda anlamını uyduruk espriler ve durumlar olarak ifade eder.. Ve
Charlie Chaplin’in "acıtan mizah" anlayışının kırıntısı, 100 yıl
sonra bile sınıf bilinci bulanık senaristlerin kalemlerinde, görüntülerinde
yoktur.Mizahı amaç olmaktan çıkaran Şarlo’nun dehası, mizahı araç olmaktan
çıkaran senaristlerle aynı sıfatla anılıyor: sanatçı!
Senaryo yazmak Tanrı'yı oynamaktır.O Tanrı ki yüzlerce
yıllık tarihte hep değişmezliğin, gücün ve son aşamada yenilmezliğin
sembolüydü..
21.yy’ın Tanrısı binlerce yıl yaptığı gibi, kendi
kurguladığı yaşam öykülerinde yarattığı sebeplerle, sonucunu belirlediği finallerini karakterlerine oynatmaya devam ediyor.
Şimdi artık çağımızın meta üretimine dayalı toplumsal
örgütlenme biçiminin Tanrısı: Sermaye’dir.Ve o Tanrı kendisine baş kaldıran eylemcilere, kimsenin
peşlerine takılmaması için, hayalperest, maceraperest, nihilist,
parasız,kaybeden muamelesi yaparak
halkların nezdinde itibarsızlaştırmaya devam ediyor.
Prometheus,gökte keyif süren tanrılardan ateşi çalarak
yeryüzünde yaşayan insanlara hediye edince cezalandırılıp, kartallara yem
edilir. Her sabah kartalların yediği ciğeri,akşam olunca büyüyen Prometheus
gibi, bu defa yeryüzünün egemenlerine başkaldıran senaristin nefesi,
akbabaların doymayan iştahı ile
tüketiliyor.Ancak bu defa farklı olarak,Prometheus'ların gün içinde
yaşadıkları, kimi zaman gecedeki nefesini toplamalarına yetmiyor..
Yine de yazgısını eline alan senaristler, kalabalıkların
kurgulanmış dil ve pratiklerine aldırmadan kendi dilini, kendi eylemlerinin
anlamını yüklettiği karakterleriyle, görünen ve görünmeyen Tanrılara başkaldırmaya
devam ediyor.
Senaristin yarattığı değerlerin,Tanrıların yarattığı
değerlerle savaşımı hiç bitmeyecek..
Ve şimdilik savaşı Tanrılar
kazandığı için, şahsiyetlerin belirlediği kaderlerle değil, kaderin
belirlediği şahsiyetlerle yaşam devam ediyor…
Tüm dünyada ki tatsızlık belki de biraz bundan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder