Adalet İntikam mıdır?" sorusu son günlerde "28 Şubat yargılamaları" sebebiyle ortaya atılan bir tartışmanın konusu.Ancak, bu sorunun, felsefenin ilk sorusu olarak kabul edilen "adalet nedir" kadar eski bir tartışma konusu olduğu gözardı ediliyor. Özellikle Antik Çağdan günümüz kentsel medeniyetlerine kadar uzanan yolda, intikam duygusu başta olmak üzere cezalandırmanın ardındaki itici güçler, cezaların miktarında (kısas gibi ) ve taraflarında (sadece suçu işleyen mi yoksa yakınları da mı cezalandırılmalı, gibi ) yarattığı etkiler konusunda çok önemli yer tutmaktadır.
Adaleti sağlama konusunda yapılan eylemlerin arkasında yatan ve tamamen insana ait olan "İntikam tutkusu"nun red edilmesi ve hatta lanetlenmesi konusunda konsensus oluştu.Politikacısından, köşe yazarına ve oradan sade vatandaşa kadar herkes duyduğu intikam laguistik göstereninden başlayarak, usundaki kavramsal gösterilenin dolayımından yola devam edip, "tukaka" gösterge ilanına varmakta bir sakınca görmediği gibi, onu inkar ederek olması gereken insanca bir tavır içinde olduğunu düşündü.
Uygarlıkların üzerinde yüzlerce yıl kafa yorduğu "ceza yargılamasında intikam duygusu", bizim gibi düşünce yoğun olmayan toplumlarda tıpkı diğer kavramlar gibi yüzeysel anlamlandırılarak üzerinde bu defa çabuk anlaşma sağlanan bir meseleye yol açtı. Ceza hukukunda, cezalandırma mantığının ardında yatan temel düşünce, sadece yasaların uygulanması olarak kabul ediliyor.Sonuç ile saik arasındaki derin ayrım unutulmuş gibi.İşlenen suçların mağdurları kadar gündelik yaşamda katılımcı olan diğerlerinin de benliğine ait olan intikam duygu ve düşüncesi, cezayı sadece intikam alınması için yapılan bir uygulama olmaktan çıkarır, suçluya orantılı ceza vererek, bozulan dengelerin yeniden tesisini de sağlar.Bu aynı zamanda suçlunun hakkettiği cezayı alarak barışın sağlanması konusunda en derin felsefi düşünceye dayanır.
İntikam duygusunun olmadığını iddia eden birey, "benim sorunum değil, kişisel erdemim içinde haksızlıklara karşı duyulan öfkem yok", dediğini bilmez, anlamaz görünmektedir.Tartışılan adalet-ceza paradigmasında gelinen nokta, belki de daha önce hiç olmadığı kadar ahlaki sorumluluk kapsamında bireylerin adaleti olumlu değerler ( şefkat,merhamet ) kadar, olumsuz değer yargılarından ( kin,nefret,intikam) oluştuğunun farkına varmamasıdır. Gittikçe azalan intikam duygusuyla, toplumsal olayları nefret duyarak; ama bu nefreti intikam almak duygusuna kanalize etmediğimiz için en küçük eyleme geçmeyerek duyarsızlaştığımız zamanlardan geçiyoruz.İntikam, suça suçla karşılık vermek değil, yapılan haksızlıklara karşı eyleme geçmemizi sağlayan , tavır, duygu ve duruşumuzu sağlayan en temel düşüncedir. Gerisi ise retorik söylemler, sığ yaklaşımlar, politik manevralar..
Adalet uğruna savaşmayı gerektirir ve sevdiklerine olduğu kadar, tanımadıkların karşı yapılan haksızlıklara duyduğun öfke ile başlayan intikam duygusu, belki de Sartre'ın dediği gibi, "insanın insan olmak yolunda"geldiği dereceyi gösterir.Tanımadığımız kişilere karşı duyduğumuz saygı, demokrasinin olmazsa olmazı ise, yine tanımadığımız kişilere yapılan haksızlıklara karşı duyduğumuz öfke ve ona yapılanın intikamının alınması da adaletin olmazsa olmazıdır.Entellektüel çaba içinde olan birey , toplumda milyonlarcası bulunan organik entellerden olmadığı sürece, bu iki temel üzerine kurar tüm düşünselliğini.
Neredeyse her evinde bir "hukuksuzluk öyküsü" olan ülkemizde, sonuç olarak her evde intikamını alamamış bireylerle Cumhuriyet- Demokrasi oyununa devam ediyoruz. 88 yıllık Cumhuriyet tarihinin Kemalist politikalarıyla mağdur edildiğine inanan ve intikamını alamadığını düşünen topluluklarla bireylerle aynı masada barışın sağlanmasının, haksız çıkmayı çok istemekle beraber, gerçek anlamda mümkün olumamayacağını düşünüyorum. İntikamlarını yasalar çerçevesinde alamayan ve en kötüsü alamayacaklarına inananlarla hangi düzeyde, hangi uygun koşullarda konuşabiliriz ki? Kurtuluş savaşını birlikte başarmış, savaş yıllarında meclis tutanakları dahil her yerde etnik kökenleri yazılmış olan bir toplumun adını, 1923'den sonra kapitalist dünyaya entegre olmak için (tek dil-tek din-tek devlet-tek millet anlayışıyla) kurulan ulus devletinde tutanaklardan silerek, Türk dil kurumunun sözlüğünde kökeninin karşılığını boş bırakıp atlayarak, onu doğanın hiç de cömert davranmadığı topraklarda kaderine terk ederek, sadece cezaevlerinde doğduğu yeri hatırlayıp işkencelerin en ağırından geçirerek, cezaevinde olduğu gibi okullarda da: "varlığını kendi varlığından başka varliklara feda et", marşını zorla söylettirerek ve belki de herşeyden önemlisi , bir insanı, insan yapan en temel değer olan dilini onyıllarca yasaklayarak, o dil ki yaşamı anlamlandırmanın ilk basamağıdır, artık hiç silinmeyecek kadar oluşan intikam duygusu ile nasıl savaşacağız. İntikam duygusunu , ilkel bir öç alma duygusuna dönüştürüp, kimi, ne zaman, nerede ve ne şekilde yok edeceğini bilemeyen güruhlarla bu savaş nasıl bitecek? Her gün medyada en az birkaç eve düşen ateşi görüp, yeşilçam'ın kötü karakterleri olarak görüp okuduğumuz düşmana küfür ederek mi rahatlayacağız. O düşmanın kendisini o filmlerdeki kötü karakterlerden farklı olarak "kötü" olarak görmediğini, kahraman olduğunu hayal ettiğini bilsek, acaba bu intikam duygusunun da bitmeyeceğini tahmin eder, onlarca yıllık çözümsüzlüğün sebebini anlar mıyız? Anlarsak, çözüme biraz daha yaklaşır mıyız ?
Ve intikam duygusu insana ait bir erdemse, onu kalplerden zihinlerden söküp çıkaramayacağımıza göre, barışı nasıl sağlayacağız? İnsanı, insan yapan en temel erdem olan onurunu koruyamadığını düşünen bir insana: "kandırılmışsın sen", dediğimizde, "senin oradan öyle mi görünüyor", fıkrasını anlatırsa , tartışmayı nasıl kazanacağız?..
İntikam duygusu "Sil Baştan" filmindeki aygıt icat edildiğinde bitecek.Bitecek çünkü o aygıt bireyin zihninden anıları silecek..
Bu ülke bu anlamsız savaşı, bu anlamsız ölümleri hakketmiyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder