02 Ağustos 2018

DÜŞÜŞ



BİLİNÇ-FARKINDALIK VE “DÜŞÜŞ” ÜZERİNE



Bilinç bireyde ne şekilde oluşur? Diğer canlıların doğa ile kurduğu özdeşlik  ilişkisinde değişmeyen  içgüdüsel hareketleri ve   birbirleriyle kurdukları iletişim şeklinde  ise sessel sinyalizasyondan  ibaret kalan davranış formları, aynı yolculuğun benzer basamaklarından geçen  insan türünde  binlerce yıllık zaman ve mekan deneyimi içinde değişim geçirmiş, doğa ile özdeşlik kırılmış, dil anlatı kazanmıştır. Fenomenlerle  girilen her ilişkide birey gördüğü gerçekliği zaman ve mekandan bağımsız parçalar ve zihninde bilinç olarak  yeniden kurar. Bilinç  geldiği noktayı  “dil”  ile dışa vurur  ve her yeni doğan canlı kendi zamanının ve uzamının diyalektik ilişkilerinde geçmişten gelen  dil kazanımları ile  maddenin ürünü olan bilince sahip olarak yaşam yolculuğuna başlar.

Peki farkındalık bireyde ne zaman başlar? Zekayı doğuran bilinç, düşünüre  göre, her insana aynı şekilde verilmiş ancak bilincin gelişim evreleri her insanda farklı gelişmiştir. Uygarlıkları yaratan, toplumsal ve bireysel gelişim farklılıklarını yaratan da bu değil midir? Varoluşçu psikoterapinin en önemli düşünürlerinden Rollo May’e göre eşsiz bir şekilde insana ait olan farkındalık ile dünyadan gelen tehdit algılanır.” O halde dış dünyadan kişisel dünyamıza gelen tehditler nelerdir?

Egemen olan sermaye sınıfının (günümüzde burjuva sınıfının), üretim ilişkilerinin istediği tarzda devam etmesi için kurduğu sistemin yönetilen halkların (günümüzde proleter sınıfın)  çıkarına olmadığını gizlemek için yarattığı bilinçten kurtulmak, devletin baskı aygıtlarının ( yasalar-ordu-mahkemeler-polis )  ve  ideolojik aygıtların  ( okul-din-aile-medya vs) gerçek işlevinin  farkına varacak olan bilinci kurmak  nasıl mümkün olur?  Malum baskı aygıtlarının doğal olarak  bir toplumu bir arada tutacak bağları sağlayamaması karşısında,  toplumsal anlamda yaşanan  bütün kırgınlıkları ortadan kaldıracak,  hakim düzenin değişmezliğini ve bunun ilahi bir iradenin sonucu olduğunu sürekli hatırlatacak ideolojik manipülasyon araçlarına daima ihtiyaç vardır. İdeolojiler tarafından çerçevesi çizilen cemaat toplumu içinde “biz” olmanın iğdiş edilmiş ruhsuz bilincinden sıyrılamadan, yani  “ben”  bilincini kazanamadan, farkında olmak - çağın insanı olmak-  mümkün olabilir mi?  Sorgulanmaksızın kabul edilen değerlerle insan  yaşam yolculuğunu insana yakışır şekilde tamamlayabilir mi?

Bilinç yüzeydir diyen Nietzsche veya bilinç hiçbir şeydir diyen Freud’un düşünce dünyasında yarattığı sarsıntılar  karşısında  21.yy’ın bireyi ideolojilerin yapay imgeler bombardımanı karşısında artık nasıl bir tavır alacak; evren  karşısında nasıl bir tavra  sahip olmak çağa yakışır bir anlam dünyası yaratmak için gereklidir?

Albert Camus’un 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü  alarak taçlanan “Düşüş” öyküsü farkındalığı- özbilinci yaşamının kişisel tüm  alanlarına taşıyan, sadece bedeninin hazları değil, tüm sinirleriyle tüm damarlarıyla bilincinin giriştiği tüm eylemler ve sözlerin altında yatan gerçek anlamın da farkında olan bir hukukçunun öyküsüdür. Onun meselesi yukarıdaki paragrafta anılan devletin ideolojik manipulasyonu ile hiçbir şekilde ilgili değildir.O zamanın kazanan sınıfına düşmüştür.Onun yaşamı, Rollo May’in farkındalıktan geçilen bilinç hiyerarşik derecelendirmesinin tam tersine, bilinçten farkındalığa giden yani dış dünyadan gelen tehditleri algılamanın bilincinden, bu tehditlerin tehdit edilen olarak öz bilince geçiş aşamasıdır.Ancak eserin tamamına hakim olan fon modern yaşamların çıkışsızlığının  bir eleştirisidir; Clamence’ın düşünsel farkındalığı o boyuta gelmese de..
Bir zamanlar Paris’li bir avukat olan  Jean Baptiste Clamence tipik bir kent soyludur. Bir gece yaşadığı olay nedeniyle şimdi artık o bir cezaevi yargıcıdır. Hiç tanışmayacağımız 3.bir şahsa anlatır hikayesini. Geçmişteki  yaşamı bir yabancı aracılığı ile  tüm dürüstlüğü ve yalınlığı ile ortaya  dökülür. O tarihlerde sadece soyluların değil, dul ve yetimlerin davalarına da giren, cübbesinin kol yenlerinin harekete geçmesi için müşterisinden kurban kokusunu alması yeterli olan bir avukattır.

“Yüreğim kol yenlerindeydi sanki. gerçekten adalet her akşam benimle yatıyor sanırdınız. Görseydiniz sesimin tonundaki uygunluğa, coşkumdaki gerçekliğe, savunmalarımdaki inandırıcılığa ve sıcaklığa; kendimi tutan öfkeye hayran olurdunuz eminim”
Özellikle suçlu olanların davalarını alan ve onları savunurken nasıl büyük doyumlar elde ettiğini itiraf eden Clamence, kimseden rüşvet almadığını, hiçbir devlet görevlisine dalkavukluk yapmadığını vs bahsederken bu davranışları ile toplumda nasıl  büyük bir itibar kazandığını ifade eder.

Gerçekten de cennet bu değil miydi azizi bayım; doğruları kavrayarak yaşamak?
Clamence karakteri bir hukukçudur; bu mesleği yapmasak dahi tüm yaşamımızın birileri hakkında değerler ortaya koymak yani yargılamak olduğu düşünülürse dizisel yan anlam olarak avukat mesleğinin eserde kapladığı işlev açıktır. Clamence herkes gibi her saat her şeyi yargılar,  kendisi de bu yargılamadan doğal olarak kaçamaz. Eserin tamamına hakim olan suç-suçlu-adalet-hukukçu kavramlarına bakış açısı,  egemen olan sistemin baskı aygıtlarının kuruluşundaki  gizli niyetinin kişisel yarar  alanında  yeniden  ifşasıdır. 
Clamence için tüm toplumsal normlar, uyulması gerekli gelenek ve görenekler aslında yapan kişiye statü kazandıran ve doyum sağlayan davranış kalıplarıdır.
“Nezaketten söz edelim.terbiyeli olmak bana gerçekten büyük sevinçler veriyordu.Bazı sabahlar otobüste ya da metroda yerimi, görünürde kime layıksa ona bırakmak,yaşlı bir kadının düşürdüğü bir şeyi yerden alıp iyi bildiğim bir gülümsemeyle ona vermek ya da salt benden daha acelesi olan bir kimseye tuttuğumu taksiyi  bırakmak şansına erersem günüm bu yüzden aydınlanıyordu..”

Yüzeyde yaşanan her olgunun çıplak gerçekliğini aşarak derinde görünmeyeni ortaya koyarken, kabul etmek istemeyeceğimiz, dışarıdan görülmesine asla izin veremeyeceğimiz duygularla hareket ettiğimiz iddia etmesi sarsar okuyucuyu. Ölüm karşısında aldığı konum da bu karakterin tipik tezahürüdür.

“Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızın kadar severiz, değil mi?ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır.Saygı o zaman doğal olarak gelir;belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı!Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir?Nedeni basittir.Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur da ondan.özgür bırakır bizi onlar…”Barodan tanıdığı bir yargıcın karlı soğuk günde cenazesine katılırken gerçek düşüncesi “ benim o cenazede bulunuşum dikkatleri çekecek ve lehime yorumlanacaktı.”

Clamence hayatımızın her alanında ruhumuzun olumlu olumsuz yükleri olan değerlerle kurduğu ilişkilerin tamamen kendi çıkarcı dünyasına nasıl hizmet ettiğini gösterir. Hiç tanımadığı birisine karşılıksız yardım etmek, bir dostu bir gece aramak, bir kadınla birlikte olmak ve tüm bu ilişkilerde cömert olmak, nazik olmak,yarınlarını düşünmek, kazanacağı itibarı düşünmek..Statüsünü iktidarda tutmak için bol bol ödün vermek.

 “Şurası muhakkak ki kendi üzerimdeki uzun araştırmalardan sonra insanın yaratılışındaki o derin çift yönlülüğü gün ışığına çıkardım. o zaman belleğimi kaza kaza, alçakgönüllünün parlamama, küçülmemin yenmeme ve erdemin ezmeme yardım ettiğini anladım. Barışçı yollarla savaş açıyordum ve en sonunda çıkar gütmezlik yolu ile göz diktiğim her şeyi elde ediyordum.”

Ancak bir gün bir an gelir kurduğu bütün dekorlar yıkılır, zihniyet birden farkındalığı başka mecralara taşır. Korunaklı limanları darmadağın olur Clamence’ın. Kendi ikiyüzlülüğünü, gerçek niyetini, yalanlarını herkese anlatmak ister.Artık asıl yapmak istedikleri ile çıkacaktır toplumun karşısına, körlere yardım etmeyi bırak tekmelemeyi, metroda süt bebeklerini tokatlamayı, işçilerin çalıştığı yapı iskeletlerinin altına “pis yoksul” yazmayı düşündüğünü ve bundan alacağı sinsi o büyük hazzı hayal eder.Ve adalet kelimesinin onu nasıl da tuhaf öfkelere düşürdüğünü.

Clamence’ın yaşamındaki değişim Paris’te bir gece yarısı Arts köprüsünden geçerken başlar; tam arkasında duyduğu bir kahkaha! Dönüp arkasına baktığında kimse yoktur. Uzaklaşır oradan ama kahkaha takip eder onu. O kahkahanın sebebi yoktur, hiç bırakmaz peşini. Yine o günlerde yaşadığı bir kavgada ilk defa kendisine kendi düşünüldüğü gibi bakmadığını hisseder toplumun, sarsılır.

Tüm yaşamı boyunca sadece kendini seven ve her eyleminde temelini bu duygu sağlayan kişinin değişmesi kolay mıdır? Meslek değiştirmekle, şehir değiştirmekle kişi istediği düşünsel değişimi sağlayabilir mi? Özellikle modern dünyanın burjuvası her şeyin bilincine erdiği vakit ,yaşamda her zaman  saçma ve absürt olanı görüyorsa, gerçek iyileşme nasıl mümkün olacaktır?

"Gerçek hastalık olmadan gerçek iyileşme olmaz" diyen R.May, bireyin kendi varlığını kazanabilmesi  için geçmişten getirdiği kendi varlığını tamamen gözden çıkarabilmesi gerekliliğini söyler. Ona göre birey hastalıkla, kaygıyla, acıyla yeni durumunu hazırlayabilmelidir.

“Farkındalık ile dış dünyadan gelen tehdit algılanırken, özbilinç ile kişi kendini tehdit edilen olarak bulur.” Peki ama her zaman yaptıklarımızın farkında olabilir miyiz? Olmalı mıyız? Yıllar sonra evine tekrar dönen müzisyenin eşinin “neden yaptın?” sorusuna :”müzik gibi hiçbir sebebi yok “ yanıtı! Ve İnsan her davranışının özbilincinde olunca düşüş kaçınılmaz oluyorsa yapılması gereken ne?

Dışarıdan dayatılan yaşamların tehdit edici dünyasını algılamanın çok uzağında bir bilinçle, uygarlık basamaklarının hala geri sıralarında yaşayan günümüz  insanlık aleminin Albert Camus’nün  “Düşüş” eserinde  modern dünyanın tipik orta sınıf karakteri  Clamance’in temsilinde anlattığı gerçek iyileşme belirtisi gösteren hastalığı idrak etmesi çok güç görünmektedir. " Ne kadar çok orada olursam o kadar az oradaydım" diyen bir yaşam modelinin içinde "yüzümden sorumluyum" diyen Clamence'ı anlamak..

Varlığını yeniden doldurmalar için tamamen boşaltmak! Çırılçıplak bir gerçeklik olarak kendine bakabilmek! Moderniteyi yeniden yeniden sorgulamak ve her daim yüzeyde görünenin  altına bakmak! Çağın getirdiği tehlikenin farkında olmak! O  kahkahayı duymak!

Ama sakın yaşamın anlamı bir dolmuşun arkasında yazılı sözcüklerde olmasın:”aslında çok da şeyetmemek lazım”

20 Temmuz 2018

ODA






Evrende bir odadan ibaret bir evde yaşamak zorunda kalsaydık, ne hissederdik? Ve bu mekanın dışında, başka  insanlar , başka canlılar, başka bir bilgi;  yani en geniş anlamda  başka bir yaşam   olduğunu  bilmeseydik,  bedensel ve fikirsel özgür olmak için  mücadele eder miydik?
Peki ya bilseydik? Özgürce en az bir kere yaşasaydık, artık odada (!) yaşamaya devam edebilir miydik?

Yönetmenliğini Lenny Abrahamson’un yaptığı “ Room”  filmi 7 yıl önce kaçırılıp, dış dünyadan tamamen izole edilmiş bir odaya hapsedilen ve orada kendisini kaçıran Nick tarafından sürekli tecavüze uğrayan Joy ile o tecavüzlerin sonucunda dünyaya getirdiği Jack ‘in özgürlük mücadelesini anlatır.  Joy,  oğluna evrenin kozmolojik açıklamasını mitlerle yaparken ( bizim öğrendiklerimizden ne kadar da farklı ), sadece yeryüzüne, odanın kültürel evrenine nasıl düştüğünü, yani nasıl doğduğunu doğru anlatır. Amacı, tıpkı bizim ruhsal sağlığımızı düşünen egemenlerin ideolojik aygıtları ile gerçekleştirdiği gibi, bu küçük dünyada   gerçekliğin  maniple edilerek sorunsuz yaşanmasını sağlamaktır.

Tüm bu sanal gerçeklikler Joy tarafından,  Jack büyüyüp artık anlatılanlar hakkında illiyet bağı kuracak yaşa yani   5 yaşını doldurduğu  güne kadar sürdürülür. Daha önce   tüm hayatın  eve yiyecek getiren  Nick’le birlikte  kendilerinden  ve bulundukları mekandan ibaret olduğunu  söyleyen  Joy,  o gün Jack’a  artık büyüdüğünü ve gerçekleri öğrenmesinin zamanı geldiğini  söyler.  Oysa o ana kadar, gece odaya geldiği zamanlarda  dolabın içinde kaldığı için  hiç temas kurmadığı   Nick’in  totaliter düzenini algılayamayan Jack'in , birkaç basamakta   gerçeklerle tanışacak  gücü yoktur. Joy’un aksine,  ruhun ve aklın gelişimi için  en doğru gıdayı verecek özgürlüğün   gösterenleri   ile karşılaşmamış, dolayısıyla da zihninde onunla ilgili tahayyüller oluşmamıştır. 

Jack ilk defa duyduğu  gerçeklere tepki gösterir, annesine bağırır, hakaret eder,“bana başka bir hikaye anlat, bunu değil” ,“senin kokuşmuş dışarıdaki dünyana inanmıyorum”,der.Tıpkı tüm zamanlarda yaşanan gerçekliğin  bilgisi  ve  imgelemi ile karşılaşan yığınların , düzenimiz  bozulacak korkusuyla yaptıkları hareketler ve söyledikleri sözler  gibi.Tıpkı  zamanının yaratılmamış düşünce akımlarını ortaya koyduklarında en ağır yaptırımlara maruz kalan  özgür düşünce insanlarına davranıldığı gibi..
Ve Joy’un gösterdiği  küçük  tavan penceresinin üstüne  düşmüş sararmış  yaprağa: “bu sarı, gerçek değil, yaprak yeşildir” diyen Jack, diyalektik materyalist  felsefi düşüncenin  açıkladığı maddenin özündeki  değişimi reddeder, büyük çevrelerde küçük dünyalarının metafizik düşünce bataklığında yaşayarak yaşamı okuyanlar  gibi.

Jack bir süre sonra istemese de, özdeşleştiği tek canlı olan annesine bir parça hak verir;  onun tehlikeli kaçış planına harfiyen uyarak   evden ölü taklidi yapar ve  gömülmek üzere halının içinde ilk kez dışarı çıkar. Kim bilir belki de tekrar doğmak (!)  için önce hiçliğe dalmak gerekir; tıpkı nihilistler gibi, tıpkı varoluşçu felsefenin izinde yaşamın anlamını tekrar bulmak için bir defa sembolik ölümü yaşamak gerekir,  diyenler gibi.

Kamyonetin arkasında halının içinden dışarıya yani karanlıktan aydınlığa çıkan Jack’in ilk gördüğü, daha önce odanın tavanından küçük bir parçasını gördüğü gökyüzünün ne kadar  geniş ve ne kadar aydınlık  olduğudur. Özgürlük  yakıcıdır, Jack’ın gözler  kamaşır. Özgürlük şaşırtıcıdır,Jack allak bullak olur. Jack ancak bedel ödeyerek  özgürlüğüne kavuşmuştur;herkes gibi..
Verdiği zeki yanıtlar ile polisin evi bulmasını ve annesinin de kurtulmasını  sağlar..Artık dışarıdadırlar ve  ikisi de özgürdüler…Özgür! Acaba!

Platonun tarihin ilk metaforik anlatımı olarak da kabul edilen mağara alegorisinde, bir grup yerli karanlık bir mağarada ayakları birbirlerine zincirlere bağlı olarak dururlar. Arkalarında yanan ateşin aydınlattığı mağarada kendilerin ve etraftaki nesnelerin gölgeleri karşılarındaki duvara yansır. Onlar bu imgeleri gerçek sanır;  oysa mağaradan çıkabilseler artık o imgelerin asıl gerçekliğine kavuşacaktırlar. Peki, ama ya dışarıdaki özgürlük de bir yanılsama ise?

 Marks’ın “katıksız hiçlik” dediği, ideolojiler tarafından yapılandırılan kurum ve kurallar ile ebedi ve doğal gösterilen her şey. Ve bu olgularla yönlendirilmiş yaşamlar içinde olan birey,  tek başına gerçeğe giden yolu nasıl bulacak? Odalarda kalmayarak dışarıya çıkıldığında, başka yerler, başka ülkeler insanı gerçek anlamıyla özgür kılmaya yetecek midir? Ruhun yükleri olan sorgulanmaksızın kabul edilmiş değerler, insanın özgürlüğe kavuşmasında ne derece engeller yaratacaktır. Büyük babanın tecavüz mahsulü olmasını unutamayarak bir kere dahi olsa torunu Jack’e bakamaması,  öğretilmiş ahlakın yarattığı bir vicdan tutsaklığı olacaktır. Gerçekten özgür olmak için yeniden değerlendirilmesi gereken ahlak!

Peki ama iyi-kötü, ahlaklı –ahlaksız vs dışarıdan bakarak, sonuçlarla flört edilerek o kadar kolay anlaşılabilen değerler midir? TV muhabirinin Joy’a , “çocuğunuz Jack doğunca tecavüz edene, onu dışarıda güvenilir bir yere bırak en azından, niye demediniz?"  sorusu, iyilik ve kötülüğün durumların doğası ile değiştiğinin bir belirtisi olarak görünür. Mükemmel bir anne olan Joy’un,  Jack’i belki de hiç çıkamayacağı ebedi bir mahkumiyete sokarken çıkarı neydi? Doğru ya da yanlış ahlaklı ahlaksız şeklinde hemen yapıştırılan yaftalar, analitik çözümlemelere girildiğinde ne kadar da yetersiz kalır.
Özgür yaşam içinde Jack kısa bir sürede gerçek sağlığına kavuşurken, Joy ise ne garip bir tezattır ki küçük odanın aksine yavaş yavaş akıl sağlığını, moral değerlerini yitirmeye başlayacak ve bu durum intihara teşebbüs aşamasına kadar varacaktır.

Finalde tekrar bir kere daha görülmek üzer gidilen odanın küçüklüğü Jack’i çok şaşırtır; çünkü artık dışarıdaki dünya ile tanışılmıştır. Kapı kapalı olmayınca oda olmuyor ki der. Ama Joy’un “ kapıyı kapatmamı ister misin?” sorusuna “ hayır” der. Artık o kapı hiç kapanmayacaktır. Çünkü insan  bir defa özgürlüğü tatmıştır. İnsan “ özgürlüğe mahkûmdur.”

Jack,  odanın içinde yaşarken, kavramsal düşüncenin henüz oluşmadığı ilk çağlarda doğa ile özdeşleşmiş halde yaşayan ilkel insanların, doğanın fenomenleri ile girdiği canlı doğrudan ilişkide olduğu gibi, gördüğü her şeyin bir ruhu olduğuna inanmakta,  odanın içindeki her nesneyle konuşmaktaydı. Oysa şimdi başka bir zamanın, başka bir çağın çocuğudur. Yine de odadan son kez ayrılırken geride kalan tüm eşyalara “elveda” der. En geniş çerçevede İnanç olmadan edinilmiş bilgiler, eninde sonunda insanın manevi dünyasını kupkuru mu yapacaktır?

Evrende bir odadan ibaret bir evde yaşamak zorunda kalsaydık, ne hissederdik? Ve bu mekanın dışında, başka  insanlar , başka canlılar, başka bir bilgi;  yani en geniş anlamda  başka bir yaşam olduğunu  bilmeseydik,  bedensel ve fikirsel özgür olmak için  mücadele eder miydik?

Peki ya bilseydik?

Filmin Künyesi:


Yönetmen              : Lenny Abrahamson
 Eser                       : Room
Yazar                     : Emma Donuhue
Müzik                      : Stephan Reniks
Oyuncular              : Brie Larson, Jacob Tremblay, Joan Allen
Tür                         : Dram, Gerilim
Ülke                       : Kanada, İrlanda.2016

12 Temmuz 2018

FELLİNİ'NİN İZİNDE



Bir yönetmenin izinden gitmek ne anlama gelir?

Hayal dünyasını  nakış nakış işleyerek bize sevdiren bir sanatçının  müttefiki olmak yaşantımıza neler katar?

Çocukluğundan itibaren biriktirdiklerini, en geniş anlamıyla zihniyetinin tüm kanallarını,  filmlerinde sınırlandırılmış bir yaşamın öykü parçacığını  araç olarak kullanıp  dışa vuran bir yönetmenden  etkilenmek ve temalarını / karakterlerini  rol model olarak bilincimize almak ilişkilerimize nasıl yansır?

Yönetmenliğini Taron Lexton’un yaptığı  “Fellini’nin Peşinde” (İn Search of Fellini) filminden geriye bize kalan bu düşünceler.

Küçük yaşlarından itibaren kendi yarattığı kurmaca dünyasında yalnız şekilde var olmayı tercih eden ve siyah-beyaz televizyonda izlediği filmlerin yarattığı düşlerde yaşayan Lucy’nın  tesadüfen İtalyan Yönetmen Federico Fellini’nin filmleri ile karşılaşması ile  tüm dünyası değişir. Sihirli sözcük  "karşılaşma"dır; ancak bu karşılaşmanın gelip geçiciliğini ortadan kaldıran, diğer herhangi bir karşılaşmadan ayıran  ise karşılaşan kişinin kültürel dünyası ile ona verdiği tepkidir.

 Lucy hissettiği ama sözcüklere ve eylemlere dökemediği yaşantı deneyimlerinin ve arzularının  somut yansımalarını karşılaştığı Fellini filmlerinde bulur. Artık tek bir isteği vardır; deha ile tanışmak! Bu amaçla İtalya’ya doğru yola çıkar  ve her yolculuk izlekli  başarılı filmler gibi  Lucy için bu sadece fiziksel mekan değişikliklerinden ibaret bir yolculuk olmayacak, yol boyunca yaşadığı çatışmalar ile ister istemez kendi iç dünyasında da değişimler oluşacaktır.

Sinema düşüncelerin temsili ise, temsil edilen düşüncenin anlaşılır ve sevilir olması bizim hayata yüklediğimiz anlamlarla da ilgilidir. Oysa ne hazin bir gerçekliktir ki inandığımız değerlerin inandığımız şekillerde temsilini bulduğumuz filmlerle bir arpa boyu yol alamayız ve mutlu huzurlu korunaklı limanlarımızda öylesine bir dalgınlıkla yaşamaya devam ederiz. Oysa savunmasız bırakarak gücünü daha iyi anladığımız  değerleri sorgulayan filmlerle çıktığımız  filmsel zaman / mekan  yolculuğu sonunda artık yolun başındaki kişi değilizdir; o yönetmen de asla izi tamamen unutulacak bir yönetmen değildir. Dışarıdaki dünyanın aslında görünen dışında çok daha farklı bir gerçeklik taşıdığına inanarak çıkıldığında yönetmenin (filmlerinin)  karşısına,  işte o karşılaşma sihir yaratır sıradan akıp giden yaşantılarda.

Sinemasal anlamda devrim niteliğinde bir içerik ve biçim değişikliğine yol açarak dünya sinemalarını etkileyen İtalyan Gerçekçilik Akımı’nın 40’ların sonlarına doğru yine İtalya’da  coşkusunu yitirdiği zamanlarda  ortaya çıkan F.Fellini, ilk zamanlarda akımın etkisi altında kalarak çektiği filmlerden sonra 1960’larda gerçekliği aşan ve kendi hayal dünyasını yansıtan filmlerle tekrar döner. “Sinema nedir?” sorusuna “düşlerin belirli bir düzene sokulmasıdır” diyerek yanıt veren Fellini, düşleriyle gerçekliği harmanladığı filmlere imza atar. Özellikle burjuvazinin görünen dünyasının derinindeki  çarpıklıklara yönelttiği kamerası  ve ele aldığı bu konuları, klasik olay örgüsü formundan uzak bir şekilde absürd olay örgüsü ile anlatması sonucu  sinema tarihinde müstesna bir yere sahip olur. Bu tarz bir sinemasal anlayışın seveni olduğu kadar ve hatta daha çok sevmeyeninin de olacağı açıktır. Özellikle “Tatlı Hayat” ve “8.5” filmleri ile ününü pekiştiren Fellini’nin  klasik anlatıma en yakın filmlerinden  olan “Sonsuz Sokaklar” karakterimiz Lucy’in de en çok etkilendiği filmi olur. Filmin ana karakteri olan  (Anthony Quinn’in canlandırdığı) sirk cambazına benzer birisini  görmesi  ve kısa bir süre onu takip etmesinden sonra kendini Fellini filmlerinin toplu gösterildiği bir festivalin kapısında bulur. Biraz sonra beyaz perdede karşılaşacağı imgeler tıpkı onun dünyasında var olduğu gibidir: hayal ile gerçekliğin sentezi ile deneyimlenen yaşantılar.  Film boyunca Lucy’i Sonsuz Sokaklar’daki kadın karakterin kıyafetine benzer bir kıyafetle görürüz.

Karşısına çıkan karakterler ve onların sürüklediği ilişkiler Fellini filmlerinin metaforları gibidir; ve Lucy’in karşılaştığı her olay ve her karakter sanki Fellini’nin hayal dünyasının perdeden yaşama inmiş temsilcileridir. Film biçimsel olarak bu bir parça absürd dünyaya hizmet edecek şekilde kamera hareketleri, ışık ve kurgu  ile de desteklenir.

Lucy bu kimi zaman çılgın ve absürd kimi zaman ise gerçekliğin somut durumlarında yaşadığı deneyimlerle  geçen zaman aralığında  daha fazla bilgi artı deneyim kazanarak büyür. Aşık olur, ayrılık acısı yaşar, taciz edilir, sokaklarda parasız kalır ama asla pes etmez; her defasında daha fazla güçlenerek çıkar ilşkilerden. Doğduğu ve  büyüdüğü kasabada bıraktığı kanser hastalığı sebebiyle  son anlarını yaşayan annesi ve teyzesi onu daha iyi tanıyabilmek için odasında buldukları Fellini’nin filmlerini izlerler;  “bana sevdiğin öyküleri söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”, der gibi. Annesi ve teyzesi  daha önce hiç çalışmayan, hiç aşk yaşamayan, hiç dışarıda kalmayan ve 20 yaşında olup 13 yaşında gibi davranan Lucy’i artık merak etmeyi bırakırlar.

Öyküler farkında olalım ya da olmayalım yaşantımızın en önemli işlevlerinden birisini yerine getirir: değerlerin değer olarak sürmesi! Çocukluğumuzdan itibaren masallar dinleyerek başlayan algılama-bilgilenme serüveni, hemen ardından  haberlerle, anlatı sanatlarıyla, birbirimize anlattığımız yaşadığımız geçmiş olaylarla, beklentilerin ,hayallerin dile getirilmesiyle  vs  sürer gider.  Acaba hangi öykülerin izinde gittik? ”Öykü erozyonu değerler erozyonunu getirir.” (R.McGee)

Neden bir öyküyü diğer öykülerden daha çok severiz? Neden bir yönetmeni diğer yönetmenlerden daha ayrı bir yere koyarız? Yaşamımızda farkında olmadan hangi öykünün ana karakterini model alır, hangi öyküdeki arzunun peşinde yol alırız? “Yılmaz Güney’e benzemiyorum; çünkü Yılmaz Güney bana benziyor” diyen çocuk, zamanında hep benzemeye çalıştığımız Yeşilçam Sineması karakterlerinin çoğunun işlevsizliğini daha nasıl anlamlı anlatabilirdi.

Öykü anlatıcısı hiç bilmediğimiz bir dünyada bizi bize anlatır; o dünyada kendi varoluşsal gerçekliğimizle karşılaşırız. Onun yarattığı kurmaca / gerçek  karakterlerinin izinde özgürlüğün nereden, nasıl geldiğini görürüz. Tıpkı Federico Fellini için hazırlanan belgeselde söylendiği gibi “ O bize tekrar ışığa  kavuşturabilecek olan  sihri ve ruhani gücü gösterdi.” 

Yapmamız gereken tek şey karşılaşmalara belirli bir düşünce yapısı ile  hazır olmak! Yoksa daha çok filmler, romanlar okunduğu ve izlendiği  anda içeriği boş bir kapak isminden ibaret olarak belleğimizde yük olarak kalır ve her içsel / dışsal yolculuk başlamadan sonlanır!

FİLMİN KÜNYESİ:

İsim                    : İn Search Of Fellini
Yönetmen           : Taron Lexton
Yapım Yılı          :  2017
Ülke                    : ABD
Oyuncular           : Ksenia Solo, Mario Bella, Enrico Oeticer, Mary Lyyn
Müzik                  : David Campbell




03 Haziran 2018

OYUNCU : ROBİN WİLLİAMS


Nasıl oluyor da hep aynı fiziksel boyutu ile Robin Williams  bu kadar farklı  karakteri canlandırabiliyordu ?

Çünkü farklı yaşamların temsilini ancak  canlandırdığı  bireyin farklı sosyolojik boyutunun doğurduğu psikolojik tepkilerle yaratabileceğini biliyordu.

 Metafizik dünya yani “insan doğası gereği “anlayışından uzak  zihniyetli senaristler, diyalektik materyalist yani “durumların yarattığı insan doğası ”gereği anlayışlarıyla oyuncularının eline gerçek  insanın  malzemesini ve gerçek yaşam parçacıklarını sunarlar. Artık sıra oyuncudadır; aynı senaryodan her okuyan oyuncu farklı   yaşam modelleri çıkartır.Robin Williams....

Ani ölümü belki de  en çok onun filmlerinin   tutku ile peşinden giden izleyicisini, bizleri üzdü.

İsmini duyduğunuz her filme girişte bir merak sarar insanı: acaba  Robin Williams nasıl biridir filmin içinde? En geç  filmin ilk 20 dakikasında durumlar içinde arar ve keşfetmeye başlarız karakterini.

Bir dj olarak çıkar radyo programında ve vatanından çok uzakta  her sabah güne coşkulu bir haykırış  ile başlar: “Günaydın Vietnam” . Oysa o neşe içinde dışarıya yansıyan karakteri içinde ülkesi ABD’nin  Vietnam’da ne işi olduğuna dair derin çatışmalar ve hüzün barındırır.

Bir edebiyat öğretmeni olarak çıkar bir sonraki filminde. Aşırı disiplini ile tanınan kolejde aykırı bir öğretmen. İlk derste öğrencilerini okulun 100 yıl önceki öğrencilerinin toplu fotoğrafının arkasına dizer ve  arkalarından “ ben de sizler gibiydim bir zamanlar; canlı, arzulu….Şimdi bir ölüyüm, milyonlarca kurdun kemirdiği …Anı yaşayın! diyen bir uçuk. Yaşamın gömülemeyeceğini ve hiçbir farklı değere feda edilemeyeceğini anlatan bir edebiyatçıyı hangi gri renkli binaların gri ruhlu eğitimcileri ve velileri kabul edebilir ki? Öğrenciler ondan aldıkları şevkle “ Ölü Ozanlar Derneği”ni kurar..Oysa Tagore’nin şiirlerinin onlarda yarattığı yaşama sevinci mutlaka eğitim sistemi tarafından yok edilmeliydi.

Boşanmayı kabul etmiş olsa da çocuklarından ayrı kalmaya,velayetlerinin anneye bırakılmasına  gönlü razı gelmez hiçbir zaman.Tek bir çözüm vardır o da bir dadı kılığında evlerine girmek. “Mrs. Doubtfire” olduğu andan itibaren gerçek babalığın da ne anlama geldiğini öğrenecek ve tüm başarılı senaryolar gibi finalde en çok ana karakter değişecektir.

Patch  Adams” ın tıp fakültesinin son sınıfını beklemeye hiç niyeti yoktur hastalara şifa dağıtmak için. Ve onun şifası ilaçlardan daha ziyade hastaya adını söylemek, onu güldürmek, vitalitesi yüksek zamanlar hediye ederek yaşam enerjilerini katlamaktır. Tabi ki her  senaryoda olması gereken çatışmayı sağlayan karşıt güç burada devreye girer ve eski köye yeni adet getirmesine, hastaları güldürmesine yöneticiler şiddetle karşı çıkar. Yöntemlerinin sonu trajik bir şekilde başarısızlığa uğramış görünse de tekrar ayağa kalkıp yeniden denemekten başka çözüm yoktur. Patch bize daima ışığın nereden geldiğini gösterendir.

One Hour Photo” da önceki filmlerin aksine tüm yaşam enerjisi emilmiş bir fotoğraf stüdyosu elemanıdır. Kötü anların fotoğrafını kimse çekmez” derken  geçmişinde kötü anlar yaşadığını hissederiz. “ Eski fotoğraflarımıza bakarken biliriz ki bir zamanlar birisi bizim fotoğrafımızı çekmiş,   bizi önemsemiş” derken ona değer verilmediğini anlarız. Filmsel kültürel kodlamalar onun yalnız kalmış bir birey olduğunu gösterir. Ve tek tutunduğu dal, fotoğraflarını  stüdyosuna  bırakan akrabası olarak görüp yanılsama içinde bağlandığı  ailedir. Bir süre sonra bu masumane oyun tehlikeli bir hal alır ve aileye şiddet yüklü müdahaleleri başlar. Her zaman olduğu gibi tüm bu yaşanan psikolojik travmaların sebebi geçmişinde gizlidir.

Ve  o “Bulvar” da giderken aniden  arabası ile keskin dönüş yaptığında filmde ciddi bir dönüşüm başlayacağını biliriz. Tıpkı yıllar önceki “Kuş kafesi" filminde olduğu gibi  bir eşcinseldir. Ancak bu defa tüm yaşamı boyunca bu cinsel tercihini gizlemiş, evlenmiş ve yalanlarla dolu bir dünya kurmuştur. Finalde eşine “artık yalan yok” derken eşi de ona “ ama ben bu yalanlarla yaşamayı seviyorum “diye karşılık verir. Onların bu repliklerini dinlerken düşünürüz, ne kadar çok ailenin temsili vardır bu sahnede.

6 ay güneşin ortaya çıkmadığı  Alaska’da işlenen cinayet ve görevli polis memurunun “İnsomnia” yani uykusuzluk hastalığı yanında geçmişten gelen sırrının taşıdığı ağır yük.Robin Williams ise bu defa da Al Pacino’nun yakalamaya çalıştığı  katil!

Ve başka hikayeler başka yaşamlar.

Filmi izlerken “ne kadar iyi oynuyor” demeyeceğimiz kadar yöntemini belli etmeyen; ama  film bittikten sonra da mutlaka  “bu nasıl bir oyunculuk” diyeceğimiz kadar başarılı bir sanatçı!

Yönetmen oyuncusuna senaryoyu verir, Sonra da onunla provalar yapar.  Sonra hareketli provalar başlar. Oyuncunun en büyük özelliği zekasıdır ve sahnelerdeki bütün psikolojik tepkimelerin onun geçmişi ile ilgisi olduğunu bilir ve ona göre oynar. Marlon Brando "Baba" filmi için kapısına gelen Ford Coppola’ya sesini kısarak “böyle birini mi arıyorsun”  der;  artık o rol onundur.

Küçükler için filmlerde karakter ayrıntılı olarak yaratılamaz; çünkü onların zihinsel gelişmişlikleri karakter çözümlemeye elverişli değildir. Bu yüzden iyiler ve kötüler genelde fiziksel özellikleri ile baskındırlar. Ya da en iyisi hayvanlar dünyasıdır; tilki kurnaz, tavşan masum, ceylan ürkek, aslan parçalar, kedi  iyi, çakal kötü vs . Yeşilçam’da karakter baştan yaratılmıştır,olaylarla değişmez:Filiz Akın ve Cüneyt Arkın iyidir, Erol Taş ve Lale Belkıs ise kötü. Necdet Tosun ile Adile Naşit saftır, Tecavüzcü Coşkun tecavüz fiilinin eyleme bürünmüş halidir. vs Metafizik olarak doğaları gereği perdede öyle kurulurlar. Artık izleyici onların nasıl bir karakter olduğunu merak etmez; hatta afişteki isimleri dahi yeterlidir filmdeki karakterlerin ne olduğunu anlamak için.

Biliriz insan hayvandan farklı olarak bilinçtir. Bilinç doğadan ayırandır ve doğduğun anda girdiği kültürel evrende dil sayesinde özne olarak kurulandır. Doğduğu zaman-doğduğu uzam- doğduğu aile-doğduğu sınıf vs tüm karakteri oluşturur.  İyi senaryo bu mantıkla her karakteri ayrı ayrı işler ve onları benzersiz birey yapar.

Kötü oyuncu: kötü senaryolarda hep  aynı geçmişin  aynı davranış kodlarını sürdürendir.
İyi oyuncu: senaryoda olup perdede görünmeyen karakter özelliklerini  alt metin olarak izleyiciye aktarandır.

Robin Williams : “ sadeliğin ulaştığı son nokta.”

27 Şubat 2018

İvan İlyiç'in Ölümü



Sanatın maddesi yaşam ise, ölümü  anlatmasından daha doğal ne olabilir.

Her başarılı edebi eser (ve film) aslında belirli bir zaman dilimi içinde bir karakterin tüm hayatını sergiler. Çatışmalardan geçerek gelinen ve artık geriye çevrilemeyen final bölümünden sonra ana karater(ler)in yaşamının  nasıl bir duygu ve düşünce sarmalı içinde sonlanacağı,  satırlarda ya da perdede görünmese dahi, bizim imgelememizdedir.

Hiçbir şey kendi karşıtı olmadan gerçek anlamıyla bilinemezse, yaşamı da belki de ölümle tanımlayıp anlamlandırmak gerekir. Ve sanat insana kendisini gösterirken felsefi düşüncelerin açılımında, acıdan mutluluğa gidip gelen düşünce ve eylem salınımıyla süren yaşamımızda, bizi ölüme de hazırlar;  daha zengin bir içerikte yaşamak için.

 Tüm ideolojilerin amacı kişiye diploma, iş, evlilik, bebek, tatil, spor, araba, ev, emeklilik vs kurgusu içinde ölümü unutturup, çıldırmasına engel olarak yaşamını sürdürmesini kolaylaştırmaktır. Sanatın amacı ise ideolojilerin tam aksine kişiye ölümü hatırlatarak yaşamını anlamlandırmasını sağlamaktır; belki de en büyük işlevi de budur:  “sanat kişiyi ölüme hazırlar!”

Sanat hayatın nasıl yaşandığını gösterirken, vaaz vermeden ve  didaktiklik tuzağına düşmeden, eserden bizlere kalan  ise nasıl yaşamamız gerektiğine dair varoluşsal sorular uyandırmasıdır.


Ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy’un 1886 tarihinde yazdığı uzun hikaye  İvan İlyiç’in ölümü yaşamın son anlarını yaşadığının bilincinde olan İvan  İlyiç’in geride bıraktığı hayatını sorgulamasını içerir.  Kurgusu sondan başa doğru olarak tasarımlanan hikaye, 45 yaşında savcı yardımcılığı görevini yürüten İvan İlyiç’in öldüğünü mesai arkadaşlarından öğrenmemiz ile başlar. Devlet katında makam sahibi olmak, liyakattan daha ziyade üst kademeyle yandaşlık ilişkilerine bağlı olduğu için, İvan’ın ölüm haberini alan herkes mesleki pozisyonundaki  olasılı değişikliklerin hesabını yapmaya başlar. Sanki ölen  bir arkadaş, bir tanıdık değil, daha çok para kazanmalarına ve daha iyi statülere gelmelerine engel olan bir nesnedir. Ya yıllarca mesai saatleri içerisinde kurulan tüm o beşeri kanlı canlı ilişkiler? Onlar  koca bir yalan mıydı?

Olay örgüsünün devamında ölüm anının adım adım yaklaştığını hisseden İvan İlyiç ile özdeşleşiriz. İvan hastalığının  ilk zamanlarında umudunu yüksek tutma gayreti içinde tavırlar gösterirken, acılarının artışı ile birlikte farklı doktorların ve  farklı teşhislerin hiçbir işe yaramadığını anlayarak hepsini red eder. Kalkamadığı yatağında geçmişini, eşi, erkek ve   kız evladı  ile geçen zamanlarını düşünür; şimdi son saatlerini yaşadığı bu anlarda tüm dekorlar yıkılmış, tüm maskeler onun gözünde aşağıya inmiştir.Özellikle eşinin ve kızının hastalığı süresince hayatı eskisi gibi  sürdürmek telaşlarını görünce, kendisine yaklaşımlarının, ihtimam sarfeden sözcüklerinin, onlarla geçen geçmiş yaşantılarının anıları ile de birleştirdiğinde,  yavan duygusal  boşalımlar olduğunun farkına varır;  ve İvan İlyiç için en büyük acı da bu sahtelik kokan  yaklaşımlardır.

 “Yalan,ölümün arifesinde çevresini kaplayan bu yalan…İvan ilyiç için çok acıydı..Kaç kez “bırakın şu yalanları,ölmekte olduğumu siz de biliyorsunuz ben de biliyorum diye bağıracak gibi oluyordu.Ne var ki hiçbir zaman kendinde bunu yapacak gücü bulamıyordu.”

Ona yalansız yaklaşan tek kişi uşak Gerasim’di ve savcı yardımcısı İvan İlyiç son anlarında sadece o köylünün  yanında olmasını istiyordu.

İvan İlyiç acılar içinde kıvranırken, düşünceleri artık geçmişin tüm statü oyunlarını bu defa farklı bilinçle anımsar;çünkü bilincinde yarın kavramı artık yoktur ve tüm o geçmiş eskisinden farklı olarak karanlık bir fonun üzerinde yükselmektedir. İşinde yükselmenin, farklı sınıfa dahil kişilerle ilişki kurmanın, yeni bir eve taşınmanın, alınan bir perdenin ya da bir mobilyanın değerinin başkaları için ve özellikle her şeyi sorun olarak gören eşi için önemli olduğu zaman dilimlerinde yaşanan tartışmalar, nesnelerin ve statülerin yaşamın önüne geçtiği günler, şimdi son dakikalarını yaşadığı bu saatlerde onun tarafından bambaşka algılanır.

İvan İlyiç kendi kendine  “Ne istiyorsun?... “Ne istiyorsun?” diye tekrarladı.Sonra cevap verdi:Ne mi? Acı çekmemek! Yaşamak!
İçindeki ses gene sordu:”Yaşamak mı? Nasıl yaşamak?”
“Evvelce yaşadığım gibi, iyi,tatlı…”
Ses “önceki iyi tatlı dediğin yaşamın nasıldı? diye sordu.
İvan ilyiç hayalinde hayatının en iyi anlarını sıralamaya başladı.Ama işin tuhafı ,tatlı hayatın en iyi anları şimdi o zamankinden bambaşka görünüyordu.Çocukluğun a ait ilk anılarından başka hepsi….Çocukluğundan uzaklaşıp bu güne yaklaştıkça, sevinçleri daha değersiz daha kuşkulu bir hal alıyordu…Hiç beklenmedik evlenme olayı, şehvet, yapmacıklıklar…içten yapılamayan görev, para hırsı, bir, iki, on, yirmi yıl hep aynı şeyler. İlerledikçe daha da cansızlaşıyordu…Yükseldiğim ölçüde hayatan uzaklaşıyordum..Şimdi de tamamen öl bakalım!..Ağlamayı kesti,yüzünü duvara doğru çevirerek “bütün bu facia neden? Ne gereği var bunun?..”diye düşünmeye başladı.

Pişmanlıklar her bireyin hayatında genellikle pişman olunan zamanın o anki doğası unutularak varılan yargılardır.Oysa bu günün algısından daha farklı bir haz ile geçen o zamanlar aynı durumlar içerisinde tekrar yaşansa çoğu kez aynı sonuçlar gerçekleşecektir. Deterministler kısaca  “ bize bireyi verin, geçmişini, kültürünü araştıralım nerede ne zaman ne yapacağını biliriz; o yüzden onların “ah şimdiki aklım olsaydı” sözü anlamsız bir savunma mekanizmadır” derler; kişi aynı durumları yaşadığında  çoğu zaman yine aynı şekilde davranır!

Ancak insan her şeyden önce iradedir ve dışarıdan dayatılan ideolojiler çerçevesinde, herkesle birlikte, herkesin yaptığı şekilde yaşanan uyumlu (!) bir yaşam, sınır noktalarına gelmeden felsefe ile sanat ile sınır noktalarının bilgisine ulaşılarak daha farklı sorgulanabilinir.Ve kim bilir o zaman belki de düşüncenin kırılganlığında yaşam her seferinde  yeniden değerlendirilerek ve hiçbir şeye feda edilmeyerek zenginlikte de yaşanabilinir.

Orada bulunanlara göre onun can çekişmesi daha kaç saat sürdü.Göğsünde bir şeyler hırlıyordu.Bitkin vücudu titremeler içinde sarsılıyordu.Sonra hırıltılar, horultular gittikçe seyrekleşti.Birisi üzerine eğilerek “bittii”dedi.
İvan İlyiç bunu duydu,içinden tekrarladı.kendi kendine :”ölüm bitti,dedi. O yok artık.”

İvan İlyiç geride pişmanlıklarla dolu bir yaşam bıraktı; Oysa “ah şimdiki aklı olsaydı”..


Künye:
Adı       : İvan İlyiç’in Ölümü
Yazar   : Lev Tolstoy
Tarih   : 1886
Çeviri  : Nihal Yalaza taluy
Baskı   :Can yayınları.11.basım

19 Ocak 2018

ÇERÇEVELENMİŞ YAŞAMLAR




Kim bilebilir ki herkesin en az bir yaratıcı yetenekle dünyaya gelmediğini; ve Kim bilir nice dehaların doğduğu toprakların ona yüklediği kader dolayısıyla keşfedilmeden bu dünyadan göçüp gittiğini.

Ya  söz konusu kişi, az gelişmiş zihniyetlerin  egemenliğinde, çerçevesi kalın çizgilerle çizili bir zaman diliminde  biyolojik yazgısını  yaşamakla da  mahkumsa; yani  kadınsa !

 O takdirde ondan beklenen aslında bilinen tarih boyunca  okuduğumuz cinsiyetinin baskı altına alınışın ve gizlenişin hikayesinde  olduğu gibi, sadece başarısız olması, edilgen olmasıdır.Onun yaratıcı yeteneği  sadece erkekler de olduğu  gibi kişisel dünyasında bir takım tesadüflerin dizimsel sıralamasının sonucuna değil, içinde olduğu  cemaat düzeninin  kalın sınırlarından  dışarıya  kendini bırakabilmesi ile ancak mümkün olabilecektir.

Maudie Lewis Kanadalı bir ressam. Yaşantısına eşlik eden 2 büyük hastalığın taşıyıcısı. Teyzesinin evine kısa süreli yaptığı ziyaretinin abisinin önceden tasarladığı bir planın parçası olduğunu öğrenmesi uzun sürmeyecektir. Aileden kalan tek evini  satan ve onu ömrü boyunca tek akrabaları teyzesinin evine bırakan abisinin savunma mekanizması hazırdır: Maudie  ev işlerini yapamayacak kadar hasta ve tembeldir .

Oysa onun kendisine biçilen toplumsal rolleri oynamaya hiç niyeti yoktur; dışarı çıkar, bakkalda asılı temizlikçi aranıyor iş ilanına başvurur.Ve yine  karşısına  düzenin tüm değerlerini sorgulamaksızın kabul etmiş temsilci çıkar:erkek! Küçük ev dış dünyanın metanomik olarak sınırlı  yeniden yaratımıdır.Erkek ona evin içinde kendisinden, köpeklerden ve tavuklardan sonra geldiğini ve ne zaman iradesini açığa vursa anında sözlü-fiziksel  şiddete maruz kalacağını hatırlatır ve gösterir.
Ev işleri Maudi’ye yakışmaz; elinden geleni yapar yine de ama aslında yaptığı şey estetik bilinçle yoğrulmuş biçimi dışarıya vurmak ve evin duvarlarına boyalı fırça darbeleri vurmaktan ibarettir.Evin reisi yemeği hazır olduğu sürece ve belirli kısımlar dışına taşmamak koşulu ile dilediği resmi yapmasına izin verir.Duvarlar yerini bir süre sonra tahta levhalara bırakır. Doğanın tüm görünümleri  bir masumiyetin  elinden  yeniden yaratılır.

Maudie’nin küçük dünyası küçük pencere  çerçeveleriyle betimlenir Çerçevelere yaşamın her alanında herkes sahiptir; insanlar dünyaya kendi çerçevelerinden bakar, çoğunluk  kamusal dış alanlarda   tek düzeliğin bıkkınlığında  nefes alıp verirken, Maudie’nin çerçeveleri hayal dünyasının sınırsızlığında  saflığa, doğaya, çocuksuluktan kaynaklı sonsuzluğa açılır. Fırça darbeleri ilk zemine temas ettiğinde sanki bir çocuğun elinden çıkmışçasınadır ve kısa bir süre içinde asla bir çocuğun göremeyeceği bir yetkinliğe taşınır.

Tesadüfen evin kapısını çalan ve çizdiği  resimleri gören New York’dan kasabaya gelen  bir kadının teklifi üzerine ilk defa para karşılığı resimler yapmaya başlar.Kısa zamanda onun  reklamını yapması ile  ülkesinde ve yurt dışında resimleri ilgi görür.ABD başkanının  bir resmini alması ile ünü daha çok yayılır;, televizyonlara çıkar, gazetelere haber olur. Başından beri sevdiği ev arkadaşı ile evlenir, mutlu olur; ama  eşinin   aynı evde oturmaları dolayısıyla kasabanın dedikodularına set çekmek için kendisi ile evlendiğinin de bilincindedir. Zamanla para kazanan Maudie olunca özel alan içinde roller  değişir; erkek temizlik yapar, yemek yapar; Maudie ise sadece resim.

Maudie tüm sanatçıların gizli itirafında olduğu gibi sadece kendisi için resimler yapar. Ve bu yüzden bir resminin satışına iyi bir para teklif edildiği halde çocuk gibi ağlayarak engel olur; o daha henüz tamamlanmamıştır ve o yüzden onun resmidir.

 Amansızca şiddetlenen hastalığın ızdarabı ile günbegün elden ve ayaktan düşen Maudie son nefesine kadar resim yapmaya devam edecektir.Ve belki de filmin asıl  önermesini  yıllar önce: “bu evden çıkarsan asla dönemezsin” diyen teyzesi  Maudie’nin yüzüne söyler: ailemizde  mutlu sona eren tek kişi sen oldun.”  Teyzesi çok haklıydı; çünkü bütün karşı çıkmalara rağmen o kendi yaşamını yaşamıştı.

New York’lu kadının resim yapmayı öğretme teklifine çok  şaşırır ve “ bunu kimse  öğretemez, boyamak istersen boyarsın, ben anılarımı boyuyorum,yanıtını verir. “Yaban arısı, bir kuşun sızlaması..Her zaman farklıdır.Pencereye  bayılıyorum.Yaşamın tümü zaten çerçevelendi.Tam orada”

2016 yılı  yapımı   Aisling Wals’in yönetmenliğini yaptığı filmde  Maudie Levis  karakterini canlandıran ve son filmi “Suyun Şekli” ile bu yılın aynı zamanda Oscar adayı olan Sally Hawkins olağanüstü, evet kelimenin tam anlamıyla olağanüstü, bir oyunculuk  sergiliyor. İyi bir oyuncu her şeyden önce canlandırdığı karakterin sosyolojisinin psikolojik sonuçlarını  perdeye aktarıyorsa, Sally Hawkins’den   özellikle oyuncu olmak isteyenlerin ve hatta oyuncuların  defalarca izleyip öğreneceği çok şey olacaktır. Yine ana karakter  Ethan Hawke olay örgüsü boyunca basamak basamak geçirdiği karakter değişiminde  çok başarılı bir kompozisyon çiziyor.

“Maudie” filmi gerçek bir yaşam öyküsünü anlatıyor. Onun daha ziyade kartpostallar olarak karşımıza çıkan resimlerini görünce “evet bu resimleri ben  hatırlıyorum” diyeceğiz.

 Her şeye rağmen düşündüğü gibi bir hayatı yaşamayı başaran sanatçının finale doğru kendisinden yıllarca gizlenen bir gerçeği öğrenip, onunla  karşılaşmak yerine arkasını dönüp gitmesi ve başkalarının yarattığı  mutlu bir düzeni artık bozmak istememesi, sanatçı duyarlılığının ve erdemlerinin  başka bir yansıması olarak hafızalarımıza kazınıyor.

Filmin son repliği belki de hayatlarımızı özetleyip  temize çekiyor: “Yaşamın tümü çerçeveli; orada.”
Ve  biliyoruz ki , görmek tüm zorluklara rağmen  yetkinleştirebilir.

Gör ! Bak! Orada!


FİLMİN KÜNYESİ

ADİ                        :Maudie
YÖNETMEN        : Aisling Wals
YAPIM                  : 2016 Kanada-İrlanda
OYUNCULAR     . Sally Hawkins, Ethan Hawke ,Gabriel Rose,  Kari Matchette
SENARYO            :Sherry White
MÜZİK                 : Michael Timmins- Cowboy Junkies