Herkes neden zevk alır ve eğlenirse, biz de ondan zevk alır öyle eğleniriz. Sanatı ve edebiyatı herkes nasıl görür ve yargılarsa biz de öyle okur, görür ve yargılarız. Aynı şekilde herkes büyük kalabalıklardan nasıl kaçınırsa biz de öyle kaçınırız. Herkes neyi öfkelenecek bir şey olarak görürse, biz de onu öfkelendirici buluruz…” ( Martin Heiddiger. Varlık ve Zaman)
Peki ama neden böyle? Neden herkes aynı şekilde yaşar? Kim bize gece yatacağımız-sabah kalkacağımız saatleri söylüyor? Zamanı gelince işe girmemizi, evlenip çocuk sahibi olmamızı, ev-araba almamızı, koltukları değiştirmemizi, koleje çocuğumuzu yazdırmamızı, yaz tatillerini ne zaman, kaç gün nerede geçirmemizi, hangi diziyi izleyeceğimizi, hangi, partiye oy atıp hangi partiye küfür etmemizi vs vs kim bize dikta ettiriyor? Biz kendi serbest irademizle mi seçiyoruz? Gerçekten buna inanıyor muyuz? O halde herkes nasıl oluyor da küçük nüanslar (ve tabi sınıfsal farklar dışında) temelde aynı şekilde karar veriyor ve aynı şekilde yaşıyor? 1970-1980 arasında geçen 10 yılda tüm kültürel yaşam deneyimlerini / kodlarını en ince ayrıntısına kadar anlatan “ Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabını ( Çiğdem Onat) okurken, çoğunluk nostaljik takılmalarla göz yaşı dökerken,düşünen insan dehşete düşürüyor: Nasıl bu kadar aynileşebilmişiz; büyük bir cezaevi gibi, askeri kışla gibi..Totaliter bir rejimde yaşar gibi….Bu nasıl mümkün olabiliyor?
M. Heidigger bu sorunun yanıtını “onlar” (das Man) olarak yanıtlıyor…”onlar “ ne bunlar ne şunlar ne bazıları ne de hepsinin toplamıdır. Onlar belirsiz bir yığın olup, kendisini yaşam biçimi olarak gösterir ve en önemli özelliği “kişinin kendisi olmasına asla izin vermemesidir.”
Türkçeye "büyük öteki" olarak da çevrilen bir kamusal varlık! Ve bizlere dayatılan yaşam biçimleri, düşünme biçimleri, davranışlar, gelenekler görenekler olarak bildiğimiz şeyler. Bize öğretilenler! Kişiliksiz gerçeklikler! Ardına gizlenip özümüzü sakladığımız maskelerle geçen bir ömür:Personalar.
Peki nasıl oluyor da kişiliksiz bu gerçekliklerin tüm yaşamımızı neredeyse saat saat belirlemesine izin veriyor, özümüzün bu kadar dışında yaşamımızı idame ettirebiliyoruz. Kendimize nasıl yalanlar söyleyip, buna inanıyoruz? Bu can alıcı sorunun yanıtı yine “varoluşçu felsefe”nin en önemli düşünürlerinden, Heiddiger’den geliyor: “insan varlığını sorun yapan tek canlıdır….İki temel olanağı vardır:otantik(sahici-hakiki olan) varoluşu ve otantik olmayan varoluşu.Aralarında iyi-kötü,değerli değersiz ayrımı yapılamaz, hatta öncelik otantik olmayan, yapay varoluşundadır.Çünkü insan kendisini gündelik yaşamın içine düşmüş olarak bulur.”
Gündelik yaşam içinde düşüş süreklidir ve kişi yaşadığı dalgınlıktan bir türlü kurtulamaz.Hayat gailesi diyerek sahici olmayan, başkaları (Onlar) tarafından kurgulanmış sahte değerler dünyasında yaşar. Ve bu düşüş bir an gelir bilinç uyuşukluğunun getirdiği aşırı mutsuzluğa, sinirsel gereksiz tepkilere, durduk yere sebepsiz ağlamalara,yaşamı boş ve anlamsız bulmaya kadar gider..Ve intihara!
Tam bu noktada yardımımıza yine “onlar” çıkar. Onlar, insanın kendinden kaçışının, kendini unutmasının aracı olan gündelik yaşamın öznesidir…Onlar, kişinin kendisi olmasına asla izin vermez.Ölümü unutturarak yaşamı sürdürmemizi sağlayan toplumsal değerler, ideolojik aygıtlarla dayatılan çoğu kez içi boş anlam yaratımları.
“Hayallerin Peşinde” filmi varoluşçu felsefenin tüm düşünce kalıplarına atıfta bulunan, kaygı-korku-acı-sevinç-ölüm-yaşam kavramlarını ele aldığı bu düşünce yöntemi ile sorgulayan ve felsefenin asıl işlevinin soru sormak olduğu gerçekliğinden hareketle de yanıtsız sorular bırakarak finale varan bir eserdir. Finalle birlikte modern yaşamda kendimize sorular sormamızı sağlayan, kendimize söylediğimiz yalanlarımızı yüzümüze vuran, ana karakter kadar yan karakterlerin temsilinde kendimizi görmemizi sağlayarak, değişmenin açık uçlarını sunan bir film.
April ile Frank birbirlerini severek evlenirler ve 2 çocukları olur. Sistemin gereğini herkes gibi onlar da yerine getirir: eş-iş-çocuk-araba ve güzel bir villa. Ancak bir süre sonra tiyatro oyunculuğunu bırakıp ev kadını olan April, rutin geçen ev yaşamından, Frank’da her gün birbirinin aynı olan meslek yaşamından sıkılmaya başlarlar. Ancak April’in personalarla (takınılan kimlikler-statülerle) örülü mesleğinde başarısız olması, başkalarının yazdığı ve yarattığı karakterlerle sahneye artık çıkamamasının kodlamasıdır. Hamlet’in“yaşam bir sahne ve hepimiz birer oyuncuyuz” repliğinde olduğu gibi,
April tıpkı tiyatroda, başkaları (Onlar) tarafından yazılan yaşam sahnesinde oynamaktan, sahtelikten bunalmış, başarısız olmuştur. Bilinç uyuşukluğu ise onun değil eşi Frank’ın karakteridir. Frank daima uzlaşımcı, bahaneci, sürdürebilirci karakteri ile karşımıza çıkar. Bu yüzden eşi April’in, Paris’e giderek yeni bir yaşama başlama teklifini ilk başta zorlanarak kabul etse de , daha sonra işinde aldığı terfi ve yüksek para teklifi ile kararından hemen vazgeçer..”Başka bir yaşam mümkün” kararını April, eşini de katarak ama aslında kendisi için almıştır.Çünkü Frank vazgeçip, hayalinin yaşadığı yerde, burada gerçekleştiğini söylediğinde büyük tepki verecek,acı çekecektir..Frank, Onlar’ın belirlediği yaşamda, zihninin konforunda yaşamayı tercih eder. Peki sorun ne? İnsan neden durduk yere kim olursa olsun kendisine konformizmi sağlayan ideolojiden ve onun sunduğu yaşantı deneyimlerinden vazgeçsin? R.Bach’ın “Martı”sı olmak neden bu kadar gerekli olsun? Soruyu şöyle de sorabiliriz:
“Acaba onlar alanına takılıp kalan ve bu alanın bu yaşam biçiminin dışına çıkmayı başaramayan kişinin kendisini ve çevresini anlaması ya da yorumlaması nasıl mümkün olabilir?
Heiddiger’in bu soruya verdiği yanıt: gevezelik, merak ve belirsizlik! Onlar alanında kalan insan yaşamı bu üç yolla anlamlandırır.Boş konuşma, özetle konuşmuş olmak için konuşma..Merak ise onlar’ın dünyasında bilmek, anlamaya çalışmak ,tanımak için değil, sadece görmek isteğinden kaynaklanır.Gevezelik tarafından beslenen merak için merak ( az sonra az sonra )….Sıradan günlük yaşamda insan, dünyayı ve kendisini gevezelik, merak yoluyla anlamaya, idare etmeye çalışırken,bir süre sonra neyin anlaşılabilir, neyin anlaşılmaz, neyin idare edilebilir, neyin edilmez oluşu hakkında belirsizliğe düşecektir.. Onlar’ın dünyasında genellikle yaşamların hakiki,dopdolu geçen bir yaşam olduğu sanısı egemendir.Bu kuruntu herkesin en büyük tesellisi ve her şeye karşı körleşmeleridir” (Hakan Savaş.Varoluşçuluk ve Sinema.S.187)
Filmi doğru okumak için her şeyden önce ana karakterin (ya da karakterlerin) filmin temasını gerçekleştirmesi için çatışmak zorunda oldukları karşıt karakterin/gücün doğru teşhis edilmesi gerekir. Filmsel metni tüm olarak okuduğumuzda karşıt karakterin “sistem” yani “Onlar” olduğu net olarak görülür.
“Hayallerin Peşinde” filminde yan karakterler, “onlar”ın alanında takılıp kalanlar olarak filmin temasına katkı sağlarlar.Filmin en anlamlı sahnelerinden olan, April ile Frank’ın Paris’e gitme kararını duyan komşu kadının, kendi evinde kocasının karşısında kendisini daha fazla tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağladığı sahnedir.Özüne kavuşan bir insanla karşılaşmak, ne feci bir vicdan azabı yaratır, onların dünyasında kalanlar için. Kıskançlık, çekemezlik, küçük görme, başaramadığında mutlu olma,başardığında kahrolma vs..Sisteme dahil olanlar konuşmak için konuşup,merak için merak eder ve yanıtlarını tahmin ettiği sorular sorar çevresine:evli misiniz? Kaç çocuğunuz var? Nerede okuyorlar? Ne zaman emeklilik? Maaşınız ne? Nerelisin? Sen de herkes gibisin; ne güzel!
Frank’ın iş arkadaşları, bu kararın çok anlamsız olduğunu söyleyerek kendisiyle hafiften dalga geçerler.oysa fark etmedikleri o kararı alan Frank’ın kendilerinden farklı olarak ilk defa iş yerine gülümseyerek gelmesi ve patronu karşısında doğal hali ile- konuşmalar yapması ve eşi ile ilk tanıştıkları zamanlar gibi sevişmesiydi. İlk sahnelerde Frank’ın caddelerde bütün bir kalabalıkla aynı yöne gitmesi, Paris’e gitme kararını vermesinden sonra tek başına o kalabalığa karışmadan ,bir köşede durup sigara içmesi kodlamalarının yarattığı anlam..." Kalabalıkların gerçeği yoktur."
(H.İbsen) ya da Gülten Akın’ın dediği gibi: “ah kimsenin vakti yok,durup ince şeyleri düşünmeye.”
Yaratılmış “otantik olmayan varoluş”un gereklerini yerine getiren yan karakterlerden emlakçı’nın finale doğru yaptığı konuşmalara tanık oluruz: Frank ve April’e söylediği iltifatları, finalde şimdi onların evine taşınan çifte söylemektedir. Samimiyetsiz yaşam diyalogları! Finalde boş konuşan karısının laflarını duymamak için kulaklığını kapatan adam imgesi..Ve April’i destekleyen,Frank’tan hesap soran tek yan karakter:bir deli! Aklın karanlığında yaşamayan bir matematikçi.Ancak onun otantik varoluş içinde kalan, özünü kaybetmemiş tüm düşünceleri, eski mesleği olan matematik bilgilerinin, akıl hastalığının tedavisinde şok uygulanıp hafızasından silinmesi ile mümkün olabilmiş..Filmin en önemli kodlamalarından birisi de budur:: Batı’nın çağdaş bilimlerinin insanı ve insan değerlerini askıya alıp, indirgemeci bilimsel yöntemlerle yarattığı paradigmalar:rekabet, para, hırs, şöhret, savaşlar vs… İnsanı ontik bütünlüğü içinde göremeyip ıskalayan kutuplaşmış kaya mantığının yarattığı paradigmaların çözümsüzlüğünün, ancak o bilgilerin silinmesiyle,deli olmak ile kavranması. Akıllı (!) insanların yaşamlarının iğdiş edildiği gerçeği, bir delinin (!) sözleriyle sahnelenir.
İnsan, tüm yaşamı boyunca “onlar”ın alanında kalıp özünü unutup yaşayabilir mi? Ayağının altındaki toprak hiçbir zaman kaymaz mı? Ben kimim? Ne yapıyorum? Ne kadar çok varsam o alanda o kadar eksiğim! Yaşamın anlamı ne? Bu kadar boş konuşma, bu kadar yönlendirilmiş kültürel kalıpların sahteliğinden çıkmama ne yardım edebilir? Acının sınır noktalarına geldiğimde başlayan değişimler, yeryüzüne düştüğüm anda “büyük öteki” tarafından empoze edilen kültürümü değiştirmeye yeter mi? Herkes gibi olmak için bu kadar yalan yaşamaya değer mi?
Biliriz ki yaratılmış değerlerin içinde yaşayarak sahici olmayan varoluşumuza güzellemeler yaparak yaşamak zorundayız ve bu bir realite..Biliriz ki April İle Frank Paris’e gittiklerinde, bu defa April çalışıp, Frank boş zamanlarına kavuştuğunda da çok şey değişmeyecek.Bir süre sonra Simon De Bouvour’un dediği gibi “geçmişlerine karışacaklar”. Yine de sorgulamaksızın yaşanan, bir kere dahi başkaları tarafından çizilen sınırların dışına çıkmadan geçirilen yavan hayatlardan farklı olan bilinçlerle yaşam daha anlamlı olacaktır.
Gün gelir Kate Winslet ve Leonarda Dicaprio'nun da karakter olarak filmin her sahnesinde başarıyla yarattıkları "varoluşsal bunalım"a girerse insan? Bu yönlendirilmiş dünyada, artık nefes alıp vermek zorlaşırsa gün be gün?
Hayat gailesi devam ediyor ve edecek..Bize kalan sadece bir parça düşünmek!
Filmin Künyesi
İsmi :
Hayallerin Peşinde
Yönetmen :
Sam Mendes
Eser
: Richard Yetes (Revolutionary Road)
Yapım
: ABD. 2008
Oyuncular
: Kate Winslet, Leonardo Di
capro, Katy Bates