06 Aralık 2012

O İnsan! Yapma!



Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca mucizeler hiç olmadı.Her türlü kutsalın görüntüsü, maddelerin bizde yarattığı tarihsel süreçlerin sadece  diyalektik pratiklerindendi.

Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca efsaneler hiç olmadı. Kahramanlar çağının yalanları en son itibarını 19.yy'ın bireyci aklı karşısında kaybetti.

Geri kalmış ülkelerin yönlendirilmiş ideolojilerinde sürüklenen bireyleri (!) mucizeler ve kahramanlara ihtiyaç duyarak korunaklı limanlarında karanlık sevici düşünceler ve duygular içinde ömrünü risksiz geçirme hesapları yaptı ve "bu savaşlar niye, bu nefret, bu kötülük niye?" derken, bu sonuca giden yolda oynadığı rolllerin farkına bile varmadan..

Oysa insanın yeryüzüne atıldığı andan itibaren değişmeyen nabız atışı, kalp atışı, sindirim sistemi çalışması, nefes alıp vermesi gibi anatomik süreçleri  tek mucizeydi, insanın ölüme giden değişmez yazgısında.

Var olmak başlı başına bir mucizeydi, anlamı üzerinde hala hakkı  tam olarak verilmeyen..

Bir kahraman varsa da zaman ve mekan bağlamında, en tepedeki kendisiydi, yaşadığı dünyanın zorluklarında yeni arayışlar içinde olan..

Mucize yaşamaktı, kahraman kendisiydi; yaratılarak ve değişerek sürdürülen değerlerin özgür ışığında anlamını bulan. O ışık ki mucizelere,  kahramanlara kendisinden fazla önem atfetmiyerek en büyük değer olan kendisinin anlamına varmasını sağlayan..

İnsan denilen varlık kendisini doğadan ayıran bilinciyle değerler yaratmak zorundaydı.Gördükleri (gösteren/imge), kendi aklının kişisel tarihinde dolayımlanarak (gösterilen), yargılarda bulunmasına,yaşam hakkında fikirler söylemesine (göstergeye) yol açıyordu..

İnsan, başka göstergelere sahip olan diğer insanları ve o göstergelerin çemberini kuran insan topluluklarını, gösterenlerle ( maddeler dünyasıyla) kurdukları ilişkilerin farklılıklarına bakmadan ötekileştirerek sonu gelmez çatışmalar yaratıyordu.

İnsanlık aleminin savaşlarını yaratan çıkar grupları ve  liderleri, tek tip etnik-din-ahlak-milliyet-gelenek-görenek-kültürden oluşan insan modelinin doğrusunda, herkesin farklı görünenlerden yola çıktığını unutturarak, her gün daha fazla artan  nefretle yüklü  değerlerinin erozyonunda yaşamasını sağlıyordu

Ve sinema...İnsanı, insana bağlı değerleri temasına alarak çıktığı yolculukta, farklılıkların sonuçlardan değil,süreçlerden kaynaklanan doğasını göstererek, hiç bir zaman gerçekleşmeyecek evrensel barışı umut olarak sürdürmenin en güzel görüntülerini,yine insanlığın önüne getiren mucize..


Üstün nitelikli diğer sanat eserleri gibi haykıran: insan o yapmayın, insan o anlayın, insan o senin benzerin, insan o onsuz hiçsin, insan o farklısın çünkü o'nu çevreleyen maddeler dünyası farklı diyen  sanat..

Peki genelde sanat 4.00 yıldır bilinen tarihinde , özelde sinema 117 yılık tarihinde  evrensel barışı sağlayabildi mi?



Neydi bu iki insanı bir an dahi olsa  yaklaştıran şey?



Ve neydi sonuca mani olamayan ?

Sadece dinler değişen maddeler ve ilişkiler dünyasında değişmediğini, değişmemesi gerektiğini  iddia ettiği tek tip doğrularıyla barışı sağlayabilir mi?

Genel yarar (!) ilkesi uyarınca   sürüler yaratarak varlığımızın değersizleşmesini sağlayan tüm ideolojiler ve tüm  kahramanlar (!) yarısı yalan  tarihleri ile  bizi özgürleştirir mi?

Peki çelişmiyor muyuz? İşte biraz önce izledik, çocukluğumuzun en saf duygularını uyandıran sanat dünyası ile bizimle aynı anılara giden   bir başkası yine bizi öldürüyorsa....

Sanat insanı değiştirir mi? Değiştirse en azından Aristotales'in Poetika'yı 2.500 yıl önce yazmasından  bu yana değiştirmez miydi? Olsun;yine  de inanmak  ve bu  düşüncenin aydınlığında  nefes alıp vermek istiyorum.

"Tune for two"  filmi bize  gösterenler/imgeler aracılığıyla karanlığı gösterdi..
Bilincimizdeki hazır  gösterilenlerden geçti..
Yapma ! Vurma ! o İnsan! diyen göstergeye dönüştü.

Dönüşmeli.. Başka çaresi yok!




14 Kasım 2012

Gizli Yüzler


İlk nefes alışımızdan son nefesi vereceğimiz ana kadar 3 farklı ruh hali içinde sürüklenir gider yaşantılarımız: durağan, mutlu ve hüzünlü.

Her bir duygu-düşünce varoluşunda 3'lü ruh hali birbirlerini değişik durumlar içinde ikame edip dışarıya beden diliyle yansır.

Bir de bu üçlü ruh durumunun, insanın doğasının, dışında bir başka durum daha vardır ki, ona da "nötr ruh hali" diyeceğim.

Günümüz dünyasının yaygın "meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenme biçimi" olan "kapitalizm", tamamen parasal anlamda kurulan şeyleşmiş ilişkiler içinde bireyi, depolitik bir konuma indirgeyerek ruhunda ve onun dışavurumu olan yüzünde (totaliter diğer siyasal sistemlerin kuşatılmış bireylerinde olduğu gibi) nötr bir durum yaratmaya çalışır.Bu ruhsal durumu, durağanlığa eş değer açıklamak mümkünse de ben öyle yapmamayı tercih edeceğim. Sorgulayıcı bir analiz bizi başka sonuçlara ulaştırabilecektir.

İnsanın kirlenmesinin de bir sonucu olan "nötr ruhlar."

Doğada kendiliğinden mevcut bulunan (A) nesnesi ile (B) nesnesi varlığını sürdürür ve  zamanı geldiğinde de  çevre kirliliğine yol açmadan doğaya karışıp gider. Ancak (A) ve (B)'yi birleştirip doğada olmayan (C) nesnesini yarattığımızda, o doğada kendiliğinden yok olamaz. İşte tıpkı doğada olmayan plastik madde gibi, plastik ruhlar, plastik  yüz ifadeleri de  İnsanın ontolojik varoluşunda olmayan bu ruhsal durum, oluşup yerleşti  mi de geriye dönüşmesi,ortadan kalkması artık imkansıza yakındır.

Nötr ruhun dışavurumu olan nötr yüz ifadesi, içinde hiçbir duygu barındırmayan,ya da o kişinin o an  aklından geçenlerin ifadesi olmayan yapay şekilde oluşturulmuş tipik maske ifadesidir.
Tamamen kişisel kanaatim olarak  yaptığım bu -iddialı olmayan- tespitler, belki de psikolojide "persona" kavramı ile ilişkilendirilerek , daha akla uygun hale getirilebilir.


Yapılan araştırmalar ve ortaya çıkarılan bulgular sonucu, ilkel dönemlerde yerlilerin, avlarının daha iyi geçmesi  ya da olumsuz ruhları kovması için  yaptıkları, taklitli (mimesis ), danslı, müzikli törenlerde maskeler taktıkları bilinir. Şef, büyücü gibi farklı konumda olanların, o toplulukta yaşayan çoğunluktan daha farklı statülerinin göstereni olarak bu maskeler, yine bu hiyerarşinin sonucu, ardında kalan yüzleri gizlemesinin  getirdiği  gizemle, statü farklarını da  pekiştirmiştir.

Zamanla (sanırım Ortaçağ'da) tiyatro oyuncuları, canlandırdıkları karakterlerde, izleyende yerlilerin de amaçladıkları  aurayı oluşturmak için kullandıkları maskelere: "persona" ismini vermişlerdir. Özellikle daha sonraları Japon lirik dramı olan  "Kabuki Tiyatrosu"nda  kullanılan  maskeler,  oynanan eserlerin  en önemli ayrıntısını oluşturmuştur.

Carl Jung tarafından, tiyatro sahnesinden  modern çağın psikoloji disiplinlerine aktarılan "persona" kavramı , yine bu ilkel kullanımından yola çıkılarak  "takınılan tavır, oluşturulan kişilik" anlamında kullanılır. "Persona", psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde, özellikle semptomların başlangıcının tespitinde mutlaka önemli yararlar taşımaktadır.Yapay kimlikler (personalar) edinilerek oluşturulan, gerçek; ama gerçek olduğu  kadar  sahte dünyaların, bireyin yaşamını bir an gelip sürdürmekte yetersiz kalması.. Artık perdenin kalktığı, ayağın tökezlediği, gerçeğin çok daha farklı göründüğü, psikiyatristin kapısının çalındığı, durduk yere anılara dönüldüğü, ağlamak ihtiyacı hissedilen anlar..

Ve kim bilir, belki de bu takınılan kimliklerin yarattığı gerçeklik yanılsamasının getirdiği psikolojik rahatsızlıklardan daha kötüsü,yanılsamanın farkına bile  varılmadığı başkalarına karşı duyarsız,nötr yaşamlar.Varoluş felsefesine göre kelimenin tam anlamıyla "kötü niyetli yaşamlar."


Ve C.Jung tarafından detaylı açıklanan "persona" kavramının en önemli sonucu, kişinin kendisini en çok birey olarak hissetmesini sağlayan kimliklerin temeline inildiğinde,yani takılan maskeler  sorgulandığında, o kimliklerin aslında  toplumsal uzlaşmaların sonucu olarak yapay şekilde oluşturulduğunun anlaşılmasıdır.

Koca-karı-baba-anne-işçi-işveren, doktor-mühendis-Müslüman-Hristiyan-Alevi-Sunni-Türk-Kürt-Ermeni,fenerli, galatasaraylı vs vs şeklinde adlandırılan kimlikler dünyası içindeyiz. Birey  bu personaları, genelde verili olarak  durumları içinde bulur: ama bulsa da kimi zaman  ona ulaşmak için olağanüstü mücadeleler eder  ve  eriştiğinde de   kaybetmemek için herşeyini ortaya koyar.

Her şekilde özdeşleşerek kendimizi   iyi hissetmemizi  sağlayan,birey olduğumuz yanılsaması yaratan bu personalar, toplum tarafından dizayn edilerek, nasıl yaşanması, nerede, nasıl davranılması gerektiğini öğreterek, kollektif dünyanın birbirine benzer bireylerini (!) yaratır. Malesef  temelde ayniliğin getirdiği, yaratıcılığın, eleştirmek olduğu zannettirilerek, iğdiş edildiği, insanın kişiliksizleştirildiği, herkesin statüler üzerinden  kendini tanımlarken aslında birbiri üzerinden benzer şablonlarla kendini anlattığı, bir maskeler dünyasıdır artık karşımızda duran.

 "Kimsin ?" sorusu, ne olduğumuzla yanıtlanır:"evliyim, mimarım, 3 çocuğum var, fenerbahçeliyim... Dulum, tek çocuğum var, bankada çalışıyorum, müslümanım... Emekliyim, yönetmenim, 2 çocuğum var,galatasaraylıyım.."

En fazla özgür olduğunu hissettiği, tüm kararları tek başına aldığını,tüm seçimlerin kendisi tarafından yapıldığını, yaşamının tamamen kendi iradesi altında olduğunu sandığında, en fazla toplumsal olduğunu, kendisi dışında kendisinden önce, ama mutlaka egemenler tarafından, çizilen rolleri oynadığını  anlayamamak." Felsefede "determinist, endeterminist" tartışmanın galibi var mı bilinmez,ama konumuz için:"bana onun geçmişini verin, gelecekte alacağı kararları  söyleyeyim" şeklinde özetleyeceğim "determinist" düşünce, yaşananlara bakılınca sanki daima bir adım önde gibi.


"Büyük öteki" bizden ait olduğumuz toplum için birşeyler yapmanı ister ve biz de yaparız.Yaptıkça toplumsallaşırız; ama biz tam aksine, onun dediklerini yaptıkça özgür birey olacağımızı hissederiz.Üniversiteye mezun olup meslek sahibi olmak ve kendi ayakları üzerinde durabilmek için gideriz.Oysa mezun olunca bireyselleşmez, toplumsallaşırız.Bu o kadar güzel bir tuzaktır ki, asla sorgulamadan anlayamadığımız.

Peki ne var bunda? İnsan toplumsal bir varlık,değil mi? Keşke yanıt göründüğü kadar masum olsa!Toplumsal ( cemaat ) kültürü içinde şekilsel anlamda birey olarak kalan, ancak her kararın "büyük öteki" tarafından insan doğası bir yerde yok sayılarak oluşturulmuş yaşam statüleri.Ve tabi aynı zamanda cemaatin yani topluluğun dışının tehlikeli olarak öğretildiği, öteki personaların yok edilmesi gerektiği bilinciye oluşturulan, "Ben"in yerini, kimlikler temelinde  "Biz"in aldığı duyarsız ve duygusuz yaşamlar.Nötr ruhlar..

Ve her adımda daha kalın bağlarla bağlandığımız toplumsal zihniyet.İçinde toplumsal yaşamın tüm katagorilerinin yer aldığı zihniyetimizle yaşarız ve yaratıcılıktan uzak, en fazla eleştirel bir duruş getirerek yaşama muhalif olduğumuzu, aydın olduğumuzu sanırız.İktidara muhalefet etmenin, "devrimci" olmanın da ideolojilerin "çağırma" (celbetme) doğası gereği olduğunu, o konuda da yazılıp çizileni oynadığımızı düşünürler açıklayalı ve bizim de haklı olarak hiç işimize gelmeyip "yok artık  o kadar da değil" , diyeli çok zamanlar  geçti.

Aslında doğru - yanlış, gerekli-gereksiz, celbettiler-celbetmediler ( kendi bilincimizle seçtik),  tartışması yapmak değildir, amaçlanmak istenen.Amaç, bu kadar üzerimizde oynama yapılırken, yapılmaya çalışılırken, bizim nerede duracağımız, nasıl bir anlam dünyası kuracağımızdır.
.
Evet kimlikler yaşantımızı sürdürmemiz için gereklidir.Evlenir, çocuk sahibi oluruz, meslek sahibi olur geçiniriz, uzmanlaşırız, toplumsal doğamız gereği aidiyet duygusuyla gruplara, partiye gireriz, takım tutarız vs..Değerler dünyasının pratikleri, yerine getirilmediği takdirde yaşamı imkansız hale getirir. Kodlamalar içinde toplumla bağlar kurarız."Martı Jonathan"ın başına geldiği gibi, "doğamız gereği, yararlı olduğu için, ödevler gereği, vatan-millet aşkına, halk için vs" söylemlerinin dışında hareket ettiğimiz anda dışlanır, yok oluruz.


Ama yine de kimliklerin, tarihin ihtiyaçlar dünyasında yaratılan, çoğu zaman geçinebilmemiz başta olmak üzere değerlerin olmadığı bir boşlukta yaşamamak için sürdürülmesi gerekli yaşamsal statüler, pratikler olduğunu anlayan İNSAN ,evet anlayan bilinçli İNSAN, yaratılan kimliklerin temel felsefesine iner, ontolojik bir duruş ve bakışla istediği her alanda yaratıcı bir süreç içine girer.

Takındığı kişiliğin, yararlılık dışında, ona kendi yüklediği  yanlış anlamların ruhsuzluğunu fark ettiğinde, toplumsal dayatmaların karakterini iğdiş eden renksiz dünyasının ayırdına vardığında, karşısına çıkan insanla , insanca ilişki içine girer.Makamının arkasına saklanmayan, geçici mevkiisini doğal , ebedi zannetmeyen, gücünü, nefretini, hırsını statüsünün devamı için ortaya koymayan, kimliklerin kutsallığının sanallığında, başkalarının kimliklerini ötekileştirmeyen, hakir görmeyen, batının paradigmatik yokedici anlayışı olan, kapitalizmin de  olmazsa olmazı olan, "vahşi rekabet"i iş ve diğer ilişkilerinde tamamen  yok edemese de, asgariye indiren, güzel sanatlarda ise rekabetin hiç olmayacağını anlayan, güzel bir İNSAN olarak  yaşamını tamamlar.

Aksi düşüncede olan, karakterler, personalarının ardında her gün medyada, boyalı basında başka hayatları bir şekilde yok etmeye devam ediyor; aynı zamanda kendisi de tükenirken.. Ve yine personalarla örülü bu dünyada, sadece  sonuçlarla flört ederek başkalarının başına gelen, kaza, şehit, felaket, yoksulluk haberleri, timsah gözyaşlarıyla, yine başkalarının başına gelen başarı haberleri de tarifsiz kıskançlıkla izlenir. Neyse ki personalar dışarıya gerçek ruh halini yansıtmaz..

...Şef, büyücü gibi farklı konumda olanların, o toplulukta yaşayan çoğunluktan daha farklı statülerinin göstereni olarak bu maskeler, yine bu hiyerarşinin sonucu, ardında kalan yüzleri gizlemesinin getirdiği gizemle, statü farklarını da pekiştirmiştir.

Kişi dayatılan sahte gerçekliklerin bilincine varıp, maskelerini indirdiğinde, yüzündeki yapay nötr ifade yerini insani duruşlar olan durağanlığa bırakır. Ve ancak o zaman  acılarla karşılaştığında  gerçek hüzüne, mutluluk veren  durumlarla  karşılaştığında da  gerçek sevince ulaşır.

"Modern anlatı sanatı", değerlerin olmadığı veya değerlerin yarattığı kurumların insan için doğal işlevini yitirdiği bir dünyada yaşayan, boşlukta kalan, ayağındaki toprak kayan karakterlerin, tutunma ya da tutunamama içinde geçen yaşam öykülerinin seçkisidir. 21.yy'ın insanını yetkinlikle anlatan "sinema sanatı"nın bu yukarıda anlatılan trajediyi konu almaması mümkün değildi.Ancak, düşüncesi yoğun sanatçıların, temeli tamamen felsefik düşünceye dayalı olarak kavramsallaştırdıkları  sinemaya, personalarına sımsıkı sarılan çoğunluğun  ne ihtiyacı verdır, ne de zamanı...

"İngmar Bergman sineması" iletişimsizliğin getirdiği boşlukta yaşayan insanların nötr ruh hallerinin dışavurumudur.Ve o çağın en büyük rahatsızlığı olan iletişimsizliği bilgelikle ortaya koyarak gelecekteki büyük tehlikelere işaret ederken,  görüntülerinde yüzlere, ellere, tavırlara ve hepsiyle beraber sessizliğe dayanır.

O'nun  çığlıkları karakterinde sessizlik olur..







Bu topraklarda yaşananları düşünürken, durağanlıktan bir diğer ruh haline dönüşüyor duygularım.
Kalan son  ruh haline malesef bir türlü geçemiyorum.

Gizlenmiş  yüzler arasında sürüp giderken yaşam,
Umut daima var!

30 Ekim 2012

"Saatler"den Geriye Kalan


Zaman zaman başka yerlere gezmeye, eğlenmeye gitmek isteği, herşeyi geride  bırakıp uzaklarda olmak duygusu, belki de her gün gördüğümüz ve hatta görme sırası bile  ideolojiler tarafından belirlenmiş, kurgulanmış  imgeleri getiren  tanıdık "Saatler"e duyduğumuz  tarifsiz  tepkilerden  midir?

 Bizi biz yapan gerçek yaşam değerlerinin ve eylemlerinin  dışında, çoğu öğrenilmiş, başkalarının çıkarları doğrultusunda dizayn edilmiş yapay ihtiyaclarımızın kültürel atmosferinde, bir gün bir an  geldiğinde, artık soluk alıp vermek güçleşirse ne yapacağız? Ayaklarımızın altındaki toprak kaydığında, başımız döndüğünde, bir anda sebepsiz ağlamak ihtiayacı duyduğumuzda, yani o en derinimizdeki öğretilmemiş özümüzle,bilinçdışı figürlerle  karşılaştığımızda, ne olacak? Tarifsiz bilinç, kaderimizi ağırlaştırırsa, artık  gelecek saatlerin anlamsız belirginliği ile  nasıl başedeceğiz?

İnsana ait en temel haykırışların  çözümsüzlüğünde, yine de  yaşamı sevmenin, insanı ise daha zengin bir düşünsellikte yargılayarak ve anlayarak sevmenin başat temsili olan sinema, bu tarifi zor, anlatımı güç duygu ve düşünceleri önümüze getiriyor

.Her nitelikli sinema eseri gibi "Saatler" (The Hours) filmi, varoluşumuza dair o en derinlerde yatan, bizi gerçek özümüzle karşılaştırıp;ama olması gerektiği gibi yanıtlarını da vermeden, yaşamımızın "saatleri" ile  başbaşa bırakarak terk ediyor. Stephan Doldry'in "Saatler" filmi 3 farklı zaman diliminde 3 kadının tek bir gününü, sadece 24 saatini değil, bir ömrü dolduran kişisel saatleri karşısındaki kaygılarını dile getiriyor.

1920'lerde Virginia Wolf'un saatleri , onu vareden  sözcüklerinin altında yetersiz  kalan bir  dünyada yaşamanın getirdiği ruhsal bunalımında anlamını yitirirken, onun eserini okuyan ve Mrs Dolloway karakteri ile özdeşleşen 1950'lerın  kadını Laura'da yaşadığı ve yaşayacağı saatleri anlamlandırmasına yol açacaktır. "Sevilen ve anlaşılan şiir benim için yazılmıştır", diyen şairi haklı çıkarırcasına özdeşleştiği karakter ile, kendisini seven, içkisi kumarı olmayan, savaşta bile onun için hayaller kuran (!)  çocuğunun babası,evinin  erkeğinin  kurguladığı bir dünyada, yani  başkalarının "daha ne istiyorsun", dediği ve kimsenin kendisini anlamayacağı bir cennette (!), boğulmaktadır..Bir sabah kalkacak, kocasının ve iki çocuğunun kahvaltısını son kez hazırlayacak ve evden çıkacaktır,yeni görüntülerin getireceği yeni saatlere doğru..

İnsan kendi yaşamını, kendi saatlerini  eline  aldığında, başkalarının yaşamında yarattığı travmaların çözümsüzlüğü ancak çağın sanatı sinema ile bu kadar yetkin anlatılabilir.Wolf'un saatlerini, Laura eline aldığında 1990'larda yaşayan Clarissa'nın, biraz önce  söylediğimiz durduk yere ağlamalarına kadar uzanan bir ilişkinin tohumlarını attığını nereden bilebilirdi.Wolf, hayat arkadaşı olmasından dolayı daima mutluluk duyduğu kocasına, intihar etmeden kısa süre önce yazdığı mektupta "aramızda yıllar vardı, saatler vardı"derken, yine aynı fark dolayısıyla eşinden ayrılan Laura, küçük yaşta terk ettiği oğlunun yıllar sonra intihar etmesinin ardından  geldiği evde oğlunun arkadaşı Clarissa'ya: "şu anda pişman olduğumu söylemenin bir anlamı yok.Kimsenin beni anlayacağını sanmıyorum; ama bir yanda ölüm vardı, ben yaşamayı seçtim",der.Woolf, eşi için intiharı hep ertelemiştir, Laura'nın terk ettiği zaman diliminde kalan AIDS hastası oğlu da intihar etmeden önce Clarissa'ya :"senin için yaşıyorum, ölürsem bana kızar mısın, lütfen izin ver gideyim" derken, gelecek saatlerin anlamsızlığında başkaları için feda edilen yaşamlar kadar, başkaları için geçirilen saatlerin çıkışsızlığı tüm çıplaklığı ile görünür.Karakterlere kusur bulmak, onları farklı zamanlarda farklılaşan değer yargılarımıza göre değerlendirmek mümkündür. Yaşantımızdan yola çıkarak, bu sabırsız, bencil, kendi yaşamlarını merkeze alan, kendi ışıklarında yaşamak için yola çıkan karaketerlere hak vermek kolay mı?

Oysa gerçek çok daha derinlerdedir: Woolf , Londra'dan gelen ablasına: " senin gibi olabilecek miyim"diyerek yalvaran gözlerle bakarken, Laura'da  tek derdi çocuğu olmaması olan  kapı komşusuna, onun gibi olabilmek, toplumun değerlerine göre yaşayabilmek için, sessiz yardım çığlıkları atacaktır; ama nafile.Yaşlı Laura, oğlunun ölümünden sonra geldiği evde Clarissa'ya:  "kızı ile birlikte yaşadığı için ona ne kadar imrendiğini", söylerken, izleyici anlar ki, o gene olsa gene gidecektir. Bazı insanlar uzaklara mı aittir? "Saatler" filmi yanıt vermekten kaçınıyor.Zaten tek anlam gönderdiği izleyicisinin yaşantısında, hangi zamanda, hangi coğrafyada izlenirse izlesin farklılaşan, zenginleşecek deneyimi bu şekilde sağlıyor. 3 kadının sabahın aynı saatlerinde göz kapaklarının aralığında ilk gördükleri  görüntüler ile gecenin  son saatlerinde göz kapakları kapanırken ki son gördükleri  görüntülerin metonomik algısıdır bizi düşündüren.Bu iki zaman  dilimi arasındaki saatlerde görünenlerin ne kadar farklı olduğu değil, belki de gerçek mesele;saatlerle gelecek olan görüntülerin ne kadar farklı anlam çağrışımları oluşturarak yaşantımızı zenginleştirdiği..

"Saatler " filmi 3 farklı zaman ve 3 farklı uzamdaki kadının saatlerini anlatıyor.Ve 4.kişi olarak, göz pınarlarımızı zorlayarak tamamladığımız  filmden geriye, geçeni ve gelecek olanı  sorgulamamızı sağlayan,kimseye tam olarak anlatamayacağımız, kişisel saatlerimiz kalıyor..

Geçmiş, bellekde yerini alırken, şimdi geçmiş, gelecek ise şimdi oluyor...
Geriye "saatler" kalıyor..






20 Ekim 2012

Bütün Renkler Kirlenmeli mi?..


Küçük bir çocukken başladı  bu hikaye..Kocaman bir dünyamız  ve o dünyada gerçekleşmesini istediğimiz düşler vardı.Evrensel bilinç dışı modellerimizdi arzular:annemizi sevmek "ego ideali", annemiz  tarafından sevilmek "ideal ego"muzdu. Birazcık büyüdük, mahalledeki gizli sevdamızı görmek, büyükler tarafından  takdir edilmek, oyunda kazanmak  gibi gerçeklikten az biraz  bağımsız düşlerimizle,  henüz büyüklerin yönlendirilmiş kurgularının içine  dahil olmamıştık..

Masumduk kendi değerler sistemimizde, haksızlık yaptığımızda birine hemen kendimizi ele verirdik; savunma mekanizmalarımızın yalancı maskelerini henüz takmamış, daha nasıl takacağımızı bile öğrenememiştik.Tertemiz kalmak duygusu, düşüncelerimiz tarafından kirlenmemişti.Rol modellerimiz, kahramanlarımız hep beyazdı.Babalarımız annelerimiz, resimli roman kahramanlarımız,tarihten liderlerimiz, sinemada jönlerimiz hep ikonlarımızdı.Biz onlara benzemeye çalıştıkça arzularımız da gerçekleşecekti.Neden olmasın, çok içimizdelerdi..
  
Sonra yaşla beraber, eğitimle beraber bir şeyler değişmeye başladı.Arzular arketiplikten sıyrılıp yönlendirilmiş isteklere dönüşerek bilince yükseldikçe, artık önümüzde bambaşka bir gerçekliğin temsili vardı.Bir yanda beyaz kalmanın insana yakışır erdemi, diğer yanda gerçekliğin yaratılmış temsilinde sahnede başrolü kapmak için siyah olmayı da başarabilmek.Başarı gri'de değil, beyaz ile siyah'ı nerede oynayacağımızı bilmekteydi belki de.

Ve artık sorun  başarmak değil, başarının ne olduğuydu.Ve asıl sorun: masum kalarak  ne kadar başarıya ulaşılacağıydı. Savaş başlamış, biz büyümüş, dünyalarımız küçülmüştü.

Yine yaşamımızın görünen gerçekliğinin  ardındaki katmanlara sızarak ve yanıtını vermediği sorular sorarak bizi kendimizle başbaşa bırakan bir film var karşımızda:"Siyah Kuğu."

Beyaz kalarak bu hayatı başarmak, kusursuzluğu  yaratmak mümkün değil mi ? Değilse beyaz olmak için kendimizi inandırdığımız, bize öğretilen ruhumuzun olumlu yüklerini bir kalemde silebilmek, kendimizdeki beyazı yok edebilmek mümkün mü?

Siyah olanın da kusursuzluğa ulaşması mümkün değilse, hem siyahı hem de beyazı aynı bilinçte yaratabilmek mümkün mü?

Arzularını kuralsız ve bir parça kontrolsüz yaşamak neden yanlış / siyah olsun? Erkek egemen dünyada düşündüğü gibi yaşayan kadın neden sisteme yönelik en büyük tehlikelerden biri olsun?

Çevremizde katagorize ettiğimiz, verili değerlerle yönlendirildiğimiz dost düşman sabiteleri ne kadar gerçek? Dost düşman bilmeceleri ile kaplı  yaşantımızı sürdürürken, dostun ellerini açması ile yaşam sahnesinde yere yuvarlanmamız, o sahneye çıkmadan önce düşmanın selamını, desteğini  almamız mümkün değil mi?

Yaşam mücadelesi, hayat gailesi diyerek  çabalarken,  ideallerimize ulaşmak ve  kusursuz olmak için  sürekli kendimize zarar veren bizler, asıl faili görmeyerek, bu zararın bize başkaları tarafından yapıldığına  neden bu kadar inandırdık kendimizi?

Beyaz çocuğumuzu, beyaz kalmasını öğütleyerek  hayatın içine sokmaya çabalamak, onun bizim bitirdiğimiz yerden başlayacağını düşünmeden, başladığımız ve bitirdiğimiz noktaların aynı olmasını istemek, sonuçta telafisi olmayan bir trajedi mi?

Hayatını pembelerle geçiren birinin siyaha ulaşması için o pembelikleri ortadan kaldırması ile her şey bir anda değişebilir mİ? Başarıya ulaştığı düşünülen  bir  insan, bir hastane odasında terk edilmişliği yaşarken kolu kanadı kırık bir halde gene pembe yataklara dönüyorsa , döndürülüyorsa bunca çabaya değer mi?

Neden bunca çaba ? İ.Bergman'ın şaheseri " Güz Sonatı"nda hayatını konserler vererek ailesinden uzakta geçiren piyanistin, yıllar sonra ihmal ettiği kızı ile bir gece  yaptığı vicdan muhasebesi gibi, T.Angelopoulos'un   baş yapıtı " Sonsuzluk ve Bir Gün" de son günlerini yaşayan, kendini sanatına adamış yazarın, kaçırdığı anları düşünerek yaşamını içsel sıkıntılarla temize çekmesi gibi ve yine İ.Bergman'ın Yaban Çilekleri" filminde meslekteki 50.yıl onuruna verilen plaketi almak için yola çıkan Profesörün, bu defa akademik çalışmalar için adadığı yaşamını film şeridi gibi gözünün önünden geçirirken duyduğu tarifsiz acılar gibi...

Neden sürekli kendimizi feda edecek ve ederken de kaçınılmaz şekilde  başkaları tarafından  aşağılanmaya maruz bırakacak yaşantı deneyimlerine giriyoruz ? Kendimiz olarak bu ömrü tamamlamak neden yetmiyor? Neden illa ki ilişkilerimizde algıladığımız ve inandığımız kusursuzluğa  ulaşmak  mücadelesi? Günden güne kendimizi yok ederek ulaşılacak kusursuzluk, sonuçta sahne/yaşam  ışıkları üzerimizde sönerken sadece bir yanılsama mı?

Yaşam  sahnesinin perdesi  üzerimize temelli olarak  kapanırken,  alkışlarla yanımıza gelen  kişilerin sizden sonra gelecek kusursuzu,"hayat başkaları ile devam edecek", daha siz yok olmadan yaratacaklarını, "küçük prensesim", biliyor olsanız da   yine de kusursuzluğu bir an dahi olsa hissetmek, o alkışları son saniyelerde olsa dahi duymak, yaşanan her şeye değer mi?

Olsun yine de "normal bir yaşam kadar anormal bir yaşam" yoksa, A.Altan'ın dediği gibi,
"masumların sadece mezar taşları, günahkarların  (!) ansiklopedilerde  yerleri" olacaksa , çabalamaya değmez mi?

"Siyah Kuğu" filmi projeksiyon makinesinde bitti? Bütün bu soruların görüntüsü temel anlam olarak ekranda, yan anlamını da yaratacak şekilde aktı.  Sinema işlevini yerine getirdi ve bende hiç bir zaman yanıtlayamayacağım; ama yaşamım boyunca  sorgulayacağım soruları kaldı...

Beklentilerimizi  asla karşılamaya  yetmeyecek bu hayata,  kendimiz ve başkaları için kusursuz olmak, başarılı olmak adına yüklediğimiz  anlamlar, ona  yapılan en büyük haksızlık belki de...

Ama yine de bu sahnede perde üzerimize inerken, Siyah Kuğu'yla Beyaz Kuğu'yu aynı anda  oynayabilmiş, denemiş karakterin alkış seslerini duyarken, "hissettim" demesi, seçilmiş yalnızlıkların, seçilmiş yaşantıların en anlamlı ifadesi değil mi ?..

Darren  Aronofsky'in 2011 yapımı "Siyah Kuğu" filmi , gazeteci - yazar Ece Temelkuran'ın "bir erkek yönetmen böyle bir kadın filmi nasıl çeker?", sorusunun ve gene aynı yazısında filmden anladığı içeriğin çok dışında, cinsiyet ayrımı kodlamalarının yakınına bile uğramayan bir film. Ayrıca, karşımızdaki eser, ne "Sinema" dergisinin dediği gibi: "dehşetin balesi", ne internet sitelerinde yazdığı gibi:"gerilim türü" ve ne de Marksist bir akademisyenin sitelerde  gezen eleştirisinde belirttiği gibi "burjuva ahlakının temsili"..
Sinemanın dahileri, az çok görebilen zihinler için ,"yaşamın yanıtsız soruları"nı sormaya devam ediyor..








30 Ağustos 2012

Hep aynı cenaze..


Bu genç savaşta  niye öldü?

Vatanı için! Peki uğrunda öldüğü vatanın tanımı ne? Anlamı ne? Onun artık bu soruya yanıt verecek varlığı bu alemde yok.Tıpkı varlığının aslında başkalarına göre boş bir akis olduğu, yaşarken de olmadığı gibi

Misak-ı Milli sınırları içersinde  yazın ortasını yaşadığımız  şu günlerde tatilini yaparak gelenler olduğu gibi, hala tatilde olanlar ve tatilini planlayanlar da var.

Ama ah bir de tatildeyken  şu televizyondaki şehit haberleri, bombalama eylemleri olmasa..Neyse, dünyanın hangi ülkesinde yok ki..

Haberlere bakarken birden dikkatimi çekiyor, neden haberlerde gördüğüm o acılı evlerde fotoğrafı omuzlarda taşınanlarla ve geride kalan yakınlarıyla bu aziz vatanın sahillerinde hiç karşılaşmıyorum. Sahilleri baştan sona parsellemiş otellerin lobisinde,odasında, önündeki halka açık kumunda, lokantalarında, kafelerinde, barlarında  o insanları neden hiç göremiyorum?

O şehit olarak bir taraftan, diğeri  gerilla olarak diğer taraftan, vatanı uğruna öldüğü söyleyen gençler , bu vatan topraklarından denize girmediler ki..Kumunda uzanamadılar,denize havuza bakan lokantasında yemek yemediler ki..Uğruna öldükleri topraklarda yaşamadılar ki zaten.

Onlara verilen rol,bu topraklar için ölmekti yeri gelince; ama kumunda güneşinde denizinde yaşamak değil..

Ve ne garip bir tesadüftür ki, bu kıyılardan denize girenlerin, bu otellerde yatağa girenlerin, bu ormanda trekking yapanların evine  hiç cenaze gelmiyor...Çok ilginç bir tesadüf, hiç kameralar şehit haberlerini bahçeli bir villada, lüks bir dairede, nezih bir muhitte, yüksek orta sınıfın yaşadığı bir apartmanda,  güzel koltuklar üzerinde oturan ailelerin evinde vermiyor.. Garip..

Yanılıyor olabilir miyim;sanki her gün aynı eve cenaze geliyor..
Sanki hep aynı anne-babanın oğlu, aynı kadının kocası, aynı çocuğun babası ölüyor...

Acaba kanallar  masraf olmasın diye şehitlerin ismini değiştirip değiştirip,dublaj yapıp hep aynı görüntüleri mi veriyor?

Acaba aynı olan şey ne ?

Aynı olanı sınıf bilinciyle bakmazsak görebilir miyiz.

Sakın siz de dün Yozgattan Mehmet, Hakkari'den Ali, bu gün Kayseri'den Rıza, Urfa'dan Baran, Muş'dan Hejar diyerek "farklı farklı cenazeler"  görenlerden misiniz?

Görmüyor muyuz, her gün aynı eve cenaze geliyor !

Bu neyin kavgası?

BDP'ye göre Kürt milletinin, AKP'ye, CHP'ye, MHP'ye göre Türk milletinin kavgası.

Sınıf bilinciyle bakanlara göre ise yanıt, haberlerdeki görüntülerde.

Hep aynı eve cenaze geliyorsa, millet bunun neresinde ?

21 Ağustos 2012

İnsanlar yaşadıkça vatan sağ olur..

3 gün önce  Diyarbakır'da öldürülen 2 askerin memleketlerindeki mezarlıklarında anne babaları dua okurken, aynı saatlerde  2 gün önce  Mardin'de mayın patlaması sonucu ölen asker için tören yapılıyor ve cenaze namazı kılınıyordu.Yine tam o saatlerde dün Antep'de  teröristlerce öldürülen sivillerin cenazeleri morgdan memleketlerine gönderilmek için  alınırken, bu gün  Şırnak'da ölen askerlerin cesetleri ambulansla  hastahaneye gidiyordu...

Hepsi aynı zamanlarda oluyordu...

Yarın ne olacak şimdi ona bakalım:  2 gün önce  Mardin'de  ölen askerin bu defa  mezarında dua edilirken, o saatlerde dün Antep'te ölenler için de tören yapılacak ve cenaze namazları kılınacak. Yine aynı anlarda  bu gün  Şırnak'da ölenler morgdan memleketlerine gönderilirken,  bilmem nerede PKK tarafından öldürülenler ambulansla hastahane morguna gelecek.

Yarından sonra yeni saldırılarla ölenler o değişmez  sıraya  baştan girecekler: ambülans, hastahane, morg, memlekete gönderme, askeri tören, cenaze namazı, defin, dualar.

Sonra onunla ilgili bir bilgiyi tv de kimse göremeyecek

Sonra şehitlerin  resmi işlemleri tamamlanacak, başvuru durumunda varsa eşine, yakınlarına  şehit aylığı, çocuğuna burs bağlanacak.

O  mezarın başında da zaten tören esnasında varken de gerçekliği olmayan kalabalıklardan kimse kalmayacak..

Mevsimler geçecek, yıllar geçecek ..

Mezarının üstüne karlar, yağmurlar yağacak, güneş açacak..

O bilmeyecek..

Herkes para, pul, şöhret peşinde koşacak, çocuğunun eğitim, düğün vb telaşına düşecek

Onu ise adını, nasıl öldüğünü kimse hatırlamayacak, 3-5 yakını dışında.

O mezar orada öyle kalacak..O hiç kalkamayacak..O hiç kimseyi  suçlayamayacak..

PKK lılar ölenleri için ne yapıyordur acaba? Sanırım onların defin ritüelleri farklı...Ama sonları aynı! Orada yatanlar da kalkamayacaklar..Onlar da kendilerine "öl, öldür" diyenleri suçlayamayacaklar..

Herkes karşı tarafın  ölmesi gerektiğini söylüyor.. O birileri onların yeryüzü çıkarları için istatistiki bilgilerden ibaret.

Bu arada son olarak tüm bu ritüeller içinde mutlaka söylenmesi gereken bir söz var.O söz ölenin yakınları tarafından söylenmeden herşey tamamlanmış sayılmıyor.

Zaten cenazedeki askeri yetkililer kadar,  tv başında gözü yaşlı izleyiciler de o sözü duymak için bekliyor.

Ölen için artık hiç bir anlam ifade etmeyen  bir  söz: "vatan sağ olsun!"

Duyan çoğunluk rahatlayıp  işine dönüyor..


O mezarında  kalıyor..


19 Ağustos 2012

"Açılın açılın tekrar/ Çocuk dizlerimdeki yaralar"



Evlerde herkesin biraz eksiği biraz  fazlasıyla sahip olduğu benzer eşyalar arasında ve çamurlu, karlı, toprak; ama mutlaka asfaltsız ara sokaklarda geçen, parçalanmaya az kala değişen ayakkabıların, biz artık terk etmesek, bizi neredeyse terk edecek olan kıyafetlerin, tamamı olamasa da, yenisi ile değiştirildiği "bayram günleri"miz vardı..

Yani duygu sömürüsüne gerek yok, genelde  herkes kadar yoksul olunan, ama  zenginliğin başka yerlerde arandığı bayramlardı..

Ve o bayramlara eşlik eden şarkılarımız..

Estetik bilincimizin ilk nüveleriydi onlar..Sözleri ile müziği aşkın dünyanın sembolleriydi, asla içkinleştiremeyeceğimiz, tarifi imkansız..Söyleyenlerse spirütüel halelerini kendileri takmazdı asla, biz  onları taçlandırıp, ulaşamayacağınız kadar yükseğe, olmaları gereken yerlere yerleştirirdik..
Ve onlar oradan bakarken de bizleri çok sevmişlerdi, bunu hissediyorduk.



Yıllar geçti, bu  bayram sabahında da  o şarkılar hala var..

Derinlik, armoni, kontpuan, evrensel değerler, yüksek estetik, zamansızlık, uzamsızlık, duygular kadar düşünceye hitap...

Dünyanın neresinden gelirse gelsin,  unutmadığımız o  arkadaşları, bu bayramda da evimizde ağırlıyoruz..

Hepsi bir tuş mesafesinde..


























































 































































 

















Eski bayramlar, yeni bayramlar aslında hep aynıydı,değişen sadece karşılaşma zamanıydı..Değişen yaşlarımızdı.

Şarkılar bunu bir daha hatırlattı..







  

28 Temmuz 2012

Balkondaki Çocuk


Onlar basamağının başlarında, yirmiler basamağını  Kaf Dağı kadar uzak sandığı yaşlardı.

Gri sınıflarda, gri ruhlu öğretmenlerle  sınırlanan zamanlar, dışarıda geçen anlarının değerini arttırırdı.

80 metrekarelik evde 6 kişi yaşarken, küçük ön balkon hayalleri, dünya kadar genişti.

Balkona açılan odada "monark" marka  pikap üstüne usulca çizmeden koyduğu iğneden çıkan sesler, o yılların yaşamları gibi, evlerden sokağa taşıyordu.

Ülkenin yangın yeri olduğu gerçeğinden habersiz, Cumhuriyet (!)  rejiminin şanslı "Kemalist kazananlar"  tarafına düşmüş, yaşı dolayısıyla da yaşananlara umarsız  geçen rüya gibi o yıllardan sonra, müziğin yamulttuğu ruhu , söylenmemiş gerçekler ve söylenmiş yalanlar dolayısıyla artık kalan ömrünü sürekli bir mide bulantısı duyarak geçirecekti...

O şarkılar duygu yüklüydü...

O duygular balkonda, şarkı her bittiğinde odaya girilip, pilağın sonundan alınıp tekrar başına konan iğneyle sayısız kere yaşanacak, düşünceleri için anlam olacaktı...




Sevgilisi buluşmaya gelmeyen aşık, hala  tepedeki  tek ağacın altında o'nu bekleme devam ediyor, "Yeşilçam Sineması"nın kapandığından, seyircilerin çoktan gittiğinden habersiz..
Gece yarısı  Paul Mauriat o balkonda hala çalıyor..







Sanki Demis Roussos, Marlene'e birşeyler söylüyor.Balkondaki çocuk sözleri benzeterek mırıldanmayı çok seviyor. Bu parçanın büyüsünü  hiç tarif edemiyor.







Julio İglesias, o'nu görünce hissettiklerini nereden biliyordu? 







Akşamüstleri arkadaşlarla dolu olan o sokak, şimdi bomboş...İhan İrem'in pikaptan balkona taşan sesi, zaten gündüzlerin değil, gecelerin sesiydi...







 O rüzgarların ilerki yıllarda çok eseceğinden habersizdi...







Kapağında sandal ve deniz olan longplay'in B yüzü son parçasıydı.Parça çok uzundu; ama o hiç bitmesin istiyordu.Sokağın başındaki lambaya bakarken kulağında notalar  ve  rüzgarlar..Parçanın ismi niye öyle?.. Niye bu şarkı gözlerinde yaş oluyor?..İçerde anne babası uyuyor..Herkes yanında, peki ama kime bu özlem?



 

"Her yerde kar var".. Çok çizik 45'liğin üstü;ama yapacak bir şey yok, bin kere daha çalınacak!





 
Hiç gitmediği uzak diyarlara ilk bu şarkıyla gitti...O "akşam çöken dağlar"da olduğunu çok düşündü..






Adamo ile ses benzerliği onun önce şansı oldu ve sonra  unutuluş sebebi... O unutmadı...




 

O yaşlarda o  sözleri niye bu kadar çok sevdiğini düşünmeyecekti. Pavase'nin "gizlice korkulan şey, mutlaka başa gelir" sözünün  anlamını bilecek kadar büyümemişti.



 

Balkon akşamlarını  en çok Aylin Urgal'ın "Nerelerdeydin" şarkısını dinlemek için özleyecekti, memlekete gittiği yaz aylarında...Onun erken ölümü ile bu şarkı artık ona sadece sevdiği kızı düşündürmeyecekti.Aylin Urgal'ı hep özleyecekti..





 
"Dilek Taşı" için "arabesk" dediler. Önce şaşırdı, sonra " o zaman ben arabesk de seviyorum" dedi..




 

Long Play'in üstündeki üstü çıplak kadın çok güzeldi. Gitarı onunla sevdi."Kimse onun gibi çalamaz" diyordu...Yıllar sonra izini internette bulduğunda , çoktan ölmüş olduğunu da öğrendi. O  sanatçı  binlerce km ötede kendisini her akşam dinleyen bir yeniyetmeyi ne kadar etkilediğini hiç bildi mi acaba...




 
Bu şarkı en çok gecelere yakışıyordu...






"Holidays": bağırmadan, çağırmadan konuşur gibi...Müzik ne kadar güzel bir sanat dedirtiyor...Yarattığı anlam, notalardan  bağımsız.Araç ses verdiği anda görevi bitiyor ve sanki  ortadan kayboluyor. Bu yüzden mi  bütün sanatlar müziğin  konumuna ulaşmaya çalışır, derler.



 

"My way" plağı yoktu...O balkonda galiba hiç çalınmadı...Ama olsaydı, mutlaka bu şarkıyı hayatına yazardı..



 
 
Sonra 1980 geldi... Darbe... Üniversite yılları...Taşınma.

 
Yıllar sonra o sokaktan geçtiğinde çekinerek o balkona bakacaktı.
O kadar büyük dünya o küçük balkona mı sığmıştı..


14 Temmuz 2012

AŞK..



Aşk, kimi zaman onunla yaşadıklarından dolayı "hiç bir zaman pişmanlık duymamak demektir." (Aşk Hikayesi.Yön. Arthur Hiller)





Kimi zaman tek kelime bile konuşmadağın, yan yana gelmediğin birisini hayatın boyunca unutmamaktır. (Malena.Yön.Giuseppe Tornatore)




Kimi zaman da gezdiğin yerlerden, yaptıklarından, tanıştığın insanlardan değil, gitmediğin yerlerden, yapmadıklarından ve tanışmadığın o kişiden dolayı eksiklik duymak, pişman olmak demektir. ( Sonsuz Aşk.Yön.franco Zafirelli )





Sana  tuzak kuran,yaşamını mahveden eski arkadaşınla evlense dahi, o'nu  anlamak, arkana bakmadan geldiğin yere geri dönmektir. ( Bir Zamanlar Amerika.Yön:Sergio Leone )





Aşk, çocuklarını ve eşini bırakamayıp, onunla yaşadığın  4 kısa günü kalbine gömmektir (Yasak İlişki Yön:Clint Eastvood )







Yıllar sonra onu hatırlatan şeyler çıktığında karşına, onu özleyip gözyaşı dökmektir ( Cennet Sineması. Yön: Gisuppe Tornetore )





Aşk, eşini karşına alıp  sevgilin ile yaşadığın hikayeyi baştan sona iç sesle anlatmaktır ( Kısa karşılaşmalar.Yön:David Lean )





Bazen de onun fiziksel bütünlüğünü aşmak, suretinde yaşam bulmaktır.( Sevmek Zamanı.Yön.Metin Erksan )





Aşk, bir kadının en iyi dostunun elmaslar olmadığını, onu tanıyınca  anlamasıdır.(Moulin Rouge.Yön: Bazz Luhrmann)






Yokluğunda onu şiirlerinde yaşatmak, onun yoluna dökülmeyen sözleri dinlememek,onu aramaktan vazgeçmemektir.(Dr.Jivago.Yön:David Lean)







Aşk, kalbinin derinliklerinde sakladığın, kimsenin tam olarak bilemeyeceği, okyonus kadar derin ve içindekiler kadar gizemli duygudur.( Titanik.Yön.James Cameron)







Yaşamının son günlerinde kızlarının babasına onu mutlu edecek bir eş bulmasını sağlamaktır. ( Bensiz hayatım.Yön.İsabel Coixet )








Aşk, kendisini aldatıp başka bir kadından bebek dünyaya getiren adamı anlamak, onun ölümünden sonra  ondan kalanlara sahip çıkmaktır ( Mavi Yön.Krzysztof Kieslowski)








Onu unuttum artık derken,  çok uzak bir şehirde karşına çıktığında, aslında  bunun unutuş değil, kendini aldatmak olduğunu bir kez daha anlamaktır.( Kazablanca.Yön.Michael Curtiz)







Aşk, ilişkiyi çarpık bulup onaylamayan komşularının hayatını kurtarmak için, feda    ettiği sevgilinin hatıralarıyla yaşamaktır.(Karşı Pencere. Yön.Ferzan Özpetek)  








Nasıl ifade edilirse edilsin, nasıl yaşanırsa yaşansın doğru olan, kimsenin müdahaleye,sorgulamaya hakkı olmadığı  varoluşun en güzel duygusu:Aşk.. 

Ve aşk, sinema sanatının dehalarının beyaz perdede yarattığı imgelerinde, ele aldıkları diğer kavramlarda olduğu gibi,izleyenleri yepyeni anlayışlara, farklı düşüncelere, farklı duygulara  götürüyor.

Bize filmin finalinden kalan ise daima İnsan...Onu  anlamak...Onunla özdeşleşmek..